Geride kalanların imtihanı

“Şehrin en uzak köşesinden bir adam koşarak geldi ve “Ey kavmim, peygamberlere tabi olun! Sizden hiçbir ücret talep etmeyen, kendileri de hidayet yolunda yürüyen kişilere uyun!” dedi…” (Yâsîn 20-21) Çoğumuzun ezberinde olan bu ayetlerde kendisinden söz edilen Habîb-i Neccâr, vaktiyle Antakya’da yaşamış bir dülgerdi. Toplumun ekseriyetinin aksine haramlardan sakınır, eline geçen paranın çoğunu fukaraya tasadduk ederdi. Zenginliğin ve refahın insanlara fıtratı unutturduğu o şehre üç peygamber birden gönderildiğinde, Habîb sadece onlara iman etmekle kalmadı, kendi halkını da hidayete tâbi olmaya çağırdı. 6 Şubat’ta yaşanan ve 10 şehrimizi birden etkileyen deprem felâketiyle on binlerce canımızı ebediyete uğurladık. Art arda meydana gelen...

Hilâfetin İlgasının Sarsıntılarına Dair Pek Bilinmeyen Bir Metin

Osmanlı hilâfetinin son dönemleri ve ilgası bahsinde dışarda(n) yazılan ve konuşulan çok şey var. Oryantalistlerin kaleminden çıkanların bir kısmı kıymetli de. Ama bu yazarlar, anlaşılabilecek tarzda kendi millî-dinî problemlerini ve ideolojik yahut siyasî arayışlarını merkeze ve öne aldıkları için yazdıkları otomatik olarak bizim için de kıymetli ve doğru hale gelmiyor, gelemez. Onların kıymetli veya problemli taraflarını keşfetmek ve yararlanmak için de buradan bakan bir göze ve dimağa, bir süzgece ihtiyaç var. Hilâfetin ilgasına 3 ay kala Emir Ali’nin Ağa Han’la birlikte Gazi’ye ve İsmet İnönü’ye yazdıkları mektup da ciddiyetle yaklaşılması gereken metinlerden biri.

Osmanlı Topraklarında Cirit Atan Arkeolog Ajanların “Bilimsel” Faaliyetleri

Birçok antik medeniyetin izlerini barındıran Anadolu ve Mezopotamya, 19. yüzyılda Batılı seyyahların, arkeolog ve araştırmacıların akınına uğramıştı. Görünürde ilmî gayelerle ortaya çıkan ve özellikle Birleşik Krallık’ta kurulan topluluklar tarafından ciddi düzeyde fonlanan bu kişilerin hiç şüphesiz siyasî ve askerî ajandaları vardı. Filistin ve Suriye’de faaliyet gösteren William Wright, George Smith ve Archibald Sayce gibi isimler, bir yandan bölgede incelemeler yaparak rapor ve dokümanlar hazırlıyor, bir yandan da kıymetli tarihî eserleri yurt dışına kaçırma planları yapıyorlardı. Geçtiğimiz ay ilk bölümüne yer verdiğimiz yazının ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

Bosna’ya İslâm Mührü Vuran Gazi Hüsrev Bey

Belgrad’ın fethinde ve Mohaç Meydan Muharebesi’nde büyük yararlılıklar gösteren, atının dizginlerini Bosna ve Hırvatistan’daki henüz fethedilmemiş bölgelere çevirerek Macarların elinde bulunan pek çok kaleye İslâm sancağını dikmeyi başaran Gazi Hüsrev Bey’in Bosna’da bıraktığı yaldızlı izler…

O İzin Peşinde…

“İslâmiyetten Önce Türkler” dosyası, nice zamandır masamızdaydı, konuyu da ancak Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’ın uzmanlığı, rehberliği ve yönlendirmesiyle kuşatabilecektik. Hocamızın çalışma ve seyahat takvimi müsait olur olmaz çerçeveyi çizdik, şimdi -çok sayıda ismin kıymetli katkılarıyla- meseleyi dört başı mamur biçimde sizlere takdim etmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Taşağıl Hoca dosyamız için kaleme aldığı “açılış” yazısında, eski Türk topluluklarının iki önemli karakteristik özelliğinden söz ediyor. Bunlardan birincisi göçler, ikincisi de birbiri içine geçen halkalar şeklinde organize olan sosyal yapı. Mersinli Yörük bir ailenin çocuğu olduğum için, bu satırlarda tasvir edilen manzara bana çok tanıdık geldi. Hatta bu hayatı bir ucundan ben de yaşamış,...

Hutbe Zaten Türkçe Değil mi İdi?

Türkçe hutbe talepleri, daha doğru bir ifade ile hutbenin dinen zaruri bir unsuru olmayan konuşma kısmının uzatılması ve etkili hale getirilmesi istekleri, İslâm tarihinde hiç olmadığı kadar modern dönemde ortaya çıkacaktır. Hem siyasî merkez(ler), hem basın-matbuat ve yeni Müslüman aydınlar, hem de “dinî kurumlar”, âlimler ve şeyhler tarafından… Çünkü herkes kendince dindar kalmak şartıyla modernleşmek, yenileşmek istemektedir ve din-hutbe bunun en etkili ve olmazsa olmaz araçlarından biridir. Ayrıca Türkçe hutbe yeni din anlayışlarını anlatmak ve yerleştirmek için de lüzumludur…

Fah Savaşı

Her Müslümanı gözyaşlarına boğan Kerbelâ Olayı, İslâm tarihinde Ehl-i Beyt’e, yani Hz. Peygamber’in ﷺ ailesine yönelik tek katliam değildir. Benzer bir hadise Abbâsîler döneminde de vuku bulmuştur. Kerbelâ’dan tam 109 yıl sonra Hz. Hasan’ın torunlarından Ebû Abdullah Hüseyin ve taraftarları Abbâsî ordusu tarafından kılıçtan geçirilmiştir. Hicrî takvime göre 169 yılının Zilhicce ayının 8’inde, yani Terviye gününde vuku bulan hadise, Şiîler tarafından “İkinci Kerbelâ” olarak anılmaktadır.

Arkeolog Ajanlar Kaçırdıkları Eserlerle Coğrafyayı Dizayn Ettiler

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde İngilizler, gittikçe yoğunlaşan biçimde, Ortadoğu’da arkeolojik faaliyetler yürütmüşlerdi. Elde edilen malzemeyle kendi müze ve koleksiyonlarını zenginleştirdikleri gibi, Anadolu ve Ortadoğu topraklarına gönderdikleri sözde arkeologlar sayesinde imparatorluğun dağılmasına giden yolun da taşlarını döşediler. British Museum’daki “Mısır ve Asur Eski Eserleri” bölümü bu kazılar sırasında çıkarılıp Londra’ya kaçırılan tarihî eserlerle kurulmuştur. Müzedeki Karkamış koleksiyonunun nasıl oluştuğunu da sözde arkeolog olan İngiliz ajanlarının hatıralarından takip etmek mümkündür.

Bir Aşinalık Daveti

Hâfız Ahmed Paşa’nın yerine 1609’da kaptân-ı deryâ olarak tayin edilen Kayserili Halil Paşa, aynı yıl içinde Akdeniz’deki ilk büyük seferine çıkmıştı. Donanma Sakız’a ulaştığında, Malta kalyonlarının Kıbrıs açıklarında görüldüğü haberi geldi. İlk istikameti Kıbrıs olarak belirleyen Osmanlı deniz kuvvetleri, düşman gemilerinin peşine düştüyse de bir netice elde edemedi. Sonraki gün yaşanan şiddetli çarpışmalar ise, Osmanlı donanmasının mutlak üstünlüğüyle sonuçlandı. Malta donanmasının başını, Osmanlı askerlerinin “Kara Cehennem” adını verdiği, yedi katlı, taşıdığı 90 topla etrafına alevler yağdıran dev kalyon çekiyordu. Halil Paşa düşmana yakından saldırı emrini vermeye hazırlanırken, uzun müddettir Akdeniz’de Hristiyanlarla savaşmakta olan Murad Reis, “ırakdan döğmek gerek” diyerek Paşa’yı...

Kudüs’ün Hospitalier Tarikatı’ndan Rodos Şövalyelerine…

Kudüs’e giden hacıların emniyetini sağlamak, ihtiyaçlarını karşılamak ve hastaları tedavi etmek amacıyla kurulan Hospitalier Şövalyeleri zamanla askerî bir mahiyet kazandı ve Haçlı seferlerinde ön saflarda yer aldı. Cenevizlilerin yardımıyla Rodos’u ele geçiren Hospitalierler, 1309’de tarikatın merkezini buraya taşıdılar ve ‘Rodos Şövalyeleri’ ismini aldılar. İşte Hospitailer Şövalyeleri’nin 1050’de Kudüs’te kurulan bir hastanede başlayıp Rodos ve Malta’ya, hatta bugünün derneklerine uzanan kanlı serüveni…

Derin Tarih