Arap karşıtlığı veya düşmanlığının en yaygın olduğu ülkelere bakıldığında listenin ilk sıralarında İran, Fransa, Amerika, İsrail ve Türkiye var. Özellikle son yıllarda tesirini gittikçe hissettiğimiz bu düşmanlığın kökleri tarihçiler tarafından I. Dünya Savaşı dönemine dayandırılmaktadır.
Günümüzde, Osmanlı Devleti’nin yıkılışının ardından, 20. yüzyıl tarih yazımının ve içinde bulunduğumuz coğrafyanın sınırlarının çizilmesinin gayr-i tabii yöntemlerle gerçekleştirildiği bütün taraflarca açık bir şekilde ifade edilmektedir. Rus Çarı I. Nikolay’ın “hasta adam” olarak tanımladığı Osmanlı Devleti’ne ait toprakların paylaşılması veya bölünmesi sorunu, 1916’da İngiltere’yi temsilen Mark Sykes ve Fransa’yı temsilen François Georges-Picot tarafından gizli olarak imzalanan Sykes-Picot Antlaşması ile kısmi olarak giderilmiştir. Bu antlaşmanın sonuçlarından biri de bazı Arap kabilelerinin Batı’nın, özellikle de İngilizlerin kışkırtmaları sonucu Osmanlı Devleti’ne karşı düzenledikleri ayaklanmalar olmuştur. Bu ayaklanmalarla Ortadoğu’nun Osmanlı’dan ayrışması hızlandırılmış ve bunun için düşmanlık tohumları ekilmeye çalışılmıştır.
İşte bu dönemde Arap coğrafyasında Arapların içine karışarak, tıpkı bir Arap gibi konuşup yaşayan Thomas Edward Lawrence (Arabistanlı Lawrence), İngilizler adına Osmanlı Devleti aleyhine istihbarat faaliyetleri yürütmüştür. Kendisine verilen ilk görev, Kûtü’l-amâre’de ordu kumandanı Halil Paşa’yı İngiliz kuvvetlerine karşı başlattığı kuşatmadan vazgeçirmektir. Halil Paşa’nın Lawrence’ın bütün tekliflerini reddetmesi üzerine başarısızlığa uğrayan İngilizler, bu defa başta Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve oğullarından Prens Faysal olmak üzere diğer Arap kabilelerinin liderlerini de Osmanlı’ya karşı kışkırtmak için Lawrence’ı kullanmaya devam etmişlerdir.
Birinci Paylaşım Savaşı’nın en ilgi çeken karakteri olan Lawrence’ın, üstün meziyetli bir casus profiliyle sunulan hayatı günümüze dek merak konusu olmaya devam etmiştir. Bu merak doğrultusunda hazırlanan belgeseller, yazılan kitaplar ve çekilen filmler de büyük alaka görmüştür. Özellikle 1962 yapımı Lawrence of Arabia filmi dört saate yakın süresine rağmen büyük beğeniyle seyredilmiş; 1963 yılında Akademi (Oscar) Ödülleri’nde aralarında en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo, en iyi sinematografi dahil toplam 10 kategoride aday olmuş ve bu ödüllerin yedisini kazanmıştır.
Film bir casusun sosyo-kültürel, askerî ve diplomatik mücadelesinin onu nasıl efsaneleştirdiğini anlatırken, bu durumun ya da onların bakış açısıyla kahramanlaşmanın Lawrence üzerindeki psikolojik etkilerini de irdeler. Filmin süresine kıyasla diyalogların seyrek olması seyirciyi hikâyeden koparmaz. Aksine, ustalıklı görüntü yönetimi ve oyunculuklar sayesinde seyircinin çöl atmosferinin içerisine dahil edilmesi ve son ana kadar Lawrence’ın karakter gelişiminin merakla beklenmesi filmin öne çıkan başarılı unsurlarındandır.
Ancak “barbar Araplar” ya da “ahlâksız Türkler” gibi genellemeler, filmin nesnel bakış açısına zarar vererek belirli bir amaç doğrultusunda çekildiğini ortaya koymaktadır. Ülkemizde 1991 senesine kadar gösterimi yasak olan film, özel kanalların yayın hayatına dahil olmasıyla, yıllar sonra ilk defa seyredilebilmiştir. İki milletin de birbirinden adeta nefret etmesine neden olacak pek çok sahne barındıran ve “barış getiren İngiliz” idealini besleyen Arabistanlı Lawrence, propaganda filmlerinin en başarılı örneklerindendir.