Şehâdetinin 10. sene-yi devriyesinde Muhsin Başkan’ı rahmetle anıyoruz.
Muhsin Yazıcıoğlu ile nasıl tanıştınız?
Kendisinden haberdardık tabii. Ben 1975 yılında Yenimahalle’de Ülkü Derneği Başkanıydım. Muhsin Başkan da Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı’ydı. Diğer taraftan dergi işleri ile uğraşırdı. Yazılarını okurduk; o zaman yeni yeni tanınıyordu. Dikkat çekici birisiydi. Zaman zaman muhtelif meclislerde bir araya gelirdik. Ama esas olarak 1977 yılında samimi olduk. Ülkü Ocakları Genel Başkanı olunca bizi de yönetime aldı. Yönetime girmeden evvel staj gibi bir dönemimiz oldu. Genel Merkez yöneticileriyle yolculuklara çıktık. Muhsin Başkan ile de Doğu gezisine çıktık. Gayrıresmî yönetimdeydik; yönetime gireceğiz. Bir gün topladı arkadaşlarla birlikte bizi, dedi ki, “Arkadaşlar yakında kurultay olacak, yönetime gireceğiz. Girecek arkadaşlar unutmasınlar ki alınlarında Ülkü Ocakları’nda görev aldı yazacak. Bu vebali kaldırabileceklerse bu işe soyunsunlar.” Devlet (Bahçeli) Bey’in validesi vefat etmişti. O zaman da Milliyetçi Çalışma Partisi’nde Muhsin Başkan ile beraberdik. Cenazeye giderken arabada bu meseleyi sordum. Dedim ki, “Başkanım o zaman bize böyle demiştin; bilerek mi demiştin?” Güldü, “Eee Mahir, devamında ne dedim?” diye sordu. Devamını hatırlamıyordum; hatırlattı bana. “Bu bir kavilleşmedir,” dedi, “bu ahdimize uymayanlara müeyyide uygulayalım” demiştim. Hatırladım o zaman. “Hatta müeyyidelerden biri sürgün cezasıydı” dedim; “Bak, hatırladın” dedi. Ve biz o şekilde Genel Merkez’de beraber olduk. Muhsin Başkan’ın dönemi Ülkü Ocakları tarihinde sıra dışı ve uzun bir dönemdir. O sıra zaten mahkemeliktik. Ocaklar kapatılmasın diye uğraşıyorduk.
Zaten birçok ocak vardı.
Tabii. O zaman Ülkü Ocakları’ndan Ülkücü Gençlik Derneği’ne geçiş yaptık. Bunu da pek hissettirmedik dışarıya. Ülkücüler bölünüyor zannettiler hatta. 1.200’e yakın şubemiz vardı. Bir gecede derler fakat öyle değil, birkaç gün içerisinde geçiş yapıldı; tabelalar indirildi ve yeni bir devre başladı. Burada da kendisiyle beraberdik. O, derneği bırakıp eğitimciliğe geçince biz de onu takip ettik. Daha sonra da 12 Eylül şartları ve cezaevi dönemimiz vardı. Vefatına kadar hiç uzak olmadık. Bu arada cezaevinden çıkışlarımız da yakın olduğu için hemen hemen aynı dönemlerde evlendik. Hepimiz birbirimizden izin alarak evlendik. Ticareten de halen ortağız. Birkaç arkadaş davayla, birkaç arkadaş da ticaretle uğraştık. Çünkü dava parasız yürümezdi; aç kalırdık. Şimdi vefatından sonra ailesi üzerinden beraberliğimiz devam ediyor.
Muhsin Bey’i diğer siyasîlerden tefrik eden hususiyeti neydi?
Muhsin Başkan’ın güvene dayalı bir ilişkisi vardı. Çıktığınız yolda asla yalnız kalmazdınız. Sonu nereye varacaksa varsın, güven ilişkisini zedeleyecek hiçbir davranışta bulunmazdı. Muhsin Yazıcıoğlu adı dava arkadaşlığının mührüydü. Dürüsttü ve pragmatizmden uzak bir soyluluk sahibiydi. Başkan olmasına rağmen baskıcı ve jakoben anlayıştan uzak duran, kolektif bir arkadaşlık ağına ehemmiyet veren, ülke ve memleket menfaatlerini ön planda tutan bir anlayışa sahipti. Muhakkak arkadaşlarıyla istişare ederdi. Hatta genel başkanlık yaptığı dönemlerde, “Ben fikrimi söylemeyeyim, sizin fikrinizin sözcüsü olayım” derdi. Kimseyi fikriyle etki altına almamak için yapardı bunu. Ben onu “delikanlı adam” tabir ediyorum. Sözünün eri, doğru konuşan, emanete hıyanet etmeyen bir adamdı. Bu zaten Müslüman Türk’ün şiarıdır. Müslümanlıkla münafıklık arasındaki fark da budur zaten. Muhsin Başkan asla yalan söylemezdi; şakası da uzun sürmezdi. Bir gün beni Almanya’dan aradılar. “Dudayev ölmemiş, Muhsin Başkan Dudayev’i saklıyormuş” dediler. Ben de dedim ki, “Dudayev şehit oldu. O, kimsenin yanında saklanacak adam değil. Eğer piyasaya ben saklandım diye çıksa millet onun yüzüne tükürür.” Sonra divan toplantısında bunu Başkan’a söyledim, güldü. “Evet, kaynak benim” dedi. O zaman Selçuklu Vakfımız var. Oraya bir hanımefendi röportaja gelmiş. Muhsin Başkan’ın arkasında Dudayev’in resmi var. Kamera çekim yaparken röportajı yapan hanımefendi, “Başkanım, arkanızda Dudayev’in resmi var; birbirinize ne kadar benziyorsunuz. Ama Dudayev öldü” demiş. O da “Siz öyle mi zannediyorsunuz?” demiş. Kadın merakla “Ölmedi mi yoksa?” diye sorunca Başkan da “Sağlam bir yerde” demiş gülerek, “Hem de çok güzel bir yerde, ölmedi”. Bu haber yayılmış, taa Almanya’dan bana ulaşıyor. Burada aslında “Şehitler ölmez, bilakis onlar diridirler, onlar Allah katında rızıklandırılırlar” mealindeki âyeti anlatıyor. Hanımefendi Muhsin Başkan’ın yalan söylemeyeceğinden hareketle tabii dünyevî düşünüyor.
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ndaki yargılanma sürecinde tavrı ve müdafaası nasıldı?
Başkan bizden 6 ay sonra yakalandı. Gazetede sadece kafa resmini gördüm. Birinci sayfada manşetti, “Buldozer Operasyonu” diye. Korkunç bir haber vardı altında. Muhsin Başkan silahlarla yakalandı falan diye vermişlerdi. Ben cezaevinde 72 kişilik bir koğuştaydım o zaman. 7 kişi Ülkücüydük. O 7 arkadaşı topladım, bu haber doğru değil arkadaşlar, dedim. Bizim koğuştan bir arkadaş mahkemeye giderken Muhsin Başkan ile karşılaşmış. O, B Blok’ta idi; ben A Blok’taydım. Başkan “Kim var orada?” diye sormuş, “Mahir Ağabey var” cevabını alınca, “Mahir’e söyle, gazetenin haberi doğru değil” demiş. Arkadaş da benim kendilerini toplayıp haberin doğru olmadığını söylediğimi aktarmış. Başkan çok mutlu olmuş. Çünkü basın haberi, “Muhsin Başkan yakalandı, konuştu ve silahlar ortaya çıktı” şeklinde vermişti. Çok rahatsız edici ifadeler bunlar. Ülkücüler’in önde gelen bir ismi böyle bir iş yapmaz. Muhsin Başkan mahkemeye kadar acaba arkadaşlar inandı mı diye bir endişe içindeydi. Bir gün, “Sürprizim var” dedi. Mahkemeye çıkınca söz istedi ve dedi ki: “Benim yakalanma tutanağımın tarihi şu. Silahların bulunduğu tutanak tarihi şu. Silahlar benden bir hafta evvel bulundu.” Mahkeme heyeti “Bize ne gazetenin manşetinden?” diyor. Başkan da “Ben zan altında bırakıldım” diyor. Aslında orada muhatabı biziz, arkadaşları. Biz birbirimizin beyin hücrelerini bile okurduk. Ben zaten haberin yalan olduğunu söylemiştim. Hücrelerimiz yan yana olduğu için birbirimizi görmeden konuşuyorduk. Bir gün, “Mahir, sesin garip geliyor, hasta mısın?” dedi. “Grip olmuşum” dedim. “Hemen soğuk duş al” dedi. Dediğini yaptım ve dirildim o soğuk suyla, hiç itiraz etmedim. Çünkü tam itimadımız vardı birbirimize.
Mahkemede İstiklâl Marşı
Ülkücüler’in mahkemede İstiklâl Marşı okuması efsaneleşmiş bir hatıra olarak hâlâ anlatılır. Bir de sizden dinleyelim.
Bana unutamadığım bir hatıramı sorsanız, ilk aklıma gelen bu olur. O İstiklâl Marşı bizim duyulmayan sesimizi duyurdu. Muhsin Başkan ile birlikte olduğumuz dört-beş arkadaşın fikriyle tamamen spontane gelişen bu meseledir. Tabii biraz geriye gitmem lâzım. 12 Eylül İhtilâli’nden dört gün sonra Başbuğ (Alparslan Türkeş) teslim oldu. Biz kararsızız. Tutuklamalar başlamış tabii. İlk yakalananlardan biri benim. Sıkıyönetim ilân edildiği için Mamak’ta askerî mahkeme kuruldu; yani Ulucanlar gibi sivil cezaevi değil. C-5 diye de bir sorgu yeri var; yakalananlar işkence görüyor burada. Burası Mamak Cezaevi’nin içinde bir garnizon ve sadece Ülkücüler sorgulanıyor. Cezaevi ise askerin zulmünün icra edildiği yer. Diyarbakır’da ne yapılıyorsa, Mamak’ta da o yapılıyordu. Emri veren de uygulayan da aynı kafa; aynı sadist ruh. Şimdi Diyarbakır Cezaevi’nde dışkı yedirildi de Mamak’ta baklava mı yedirildi yani? Bunları anlatmak istemiyorum; insanların uykusu kaçar. Biz gördüğümüz işkenceyi anlatmadık. Avukatıma bile söylemedim. Belki devleti kutsadığımızdan; belki aldığımız terbiyeden, bilemem onu. Ama neticesi budur. 1981 yılının Ağustos ayında mahkemeler açıldı. 11 ay boyunca kimsenin birbirinden haberi yok. İstanbul grubu, Adana grubu diye insanları bölük bölük getirip Mamak Cezaevi’nde topladılar. Bafra’dan, Kütahya’dan, Eskişehir’den, Bursa’dan; 50 kişi, 100 kişi hepimizi bir araya topladılar.
Bütün Ülkücüler’i bir araya toplamalarının bir sebebi var mı?
Büyük bir MHP davası oluşturmak. Şimdi herkes bir yere toplandı ve mahkemede ilk defa insanlar birbirini görecek, Başbuğ’u orada görecek. Ben, Muhsin Başkan, Erol Dok, Erdem Şenocak, Hasan Çağlayan, Ertuğrul Alparslan birbirimize yakın oturduk, kurmay takım gibi. Bugün bir şey yapalım, tarihe geçsin dedik. Aramızda bir şeyler tartıştık ve neticede İstiklâl Marşı’nda karar kıldık. Başbuğ içeri girerken ayağa kalkıp İstiklâl Marşı söyleyelim dedik. Arkadaşlar o kadar ezilmişti ki güçlü bir sese ihtiyaçları vardı. Mahkeme heyeti geldi ve yerine oturdu (Aslında mahkeme heyeti bütün sanıklar yerini aldıktan sonra gelir ve herkes ayağa kalkar). Sonra arkada kapı açıldı ve Başbuğ göründü. Biz kalktık o sırada; görüntülere dikkat edin, birkaç ağızdan başlayıp salona yayılır. Başbuğ’u görünce herkes kalkıp Marş’a başladı. Düşünün, salonda bini aşkın insan var. Hiç kimse ömründe ondan daha güzel bir İstiklâl Marşı söylememiştir. Mahkeme Heyeti, sanıklar, seyirciler hepimiz ayağa kalktık. Manzarayı düşünün; Alparslan Türkeş ve arkadaşları salona giriyor, Mahkeme Heyeti ayağa kalkıyor…
Mahkeme heyetine derin bir mesaj var…
Burada herkese mesaj var. Alparslan Türkeş’e “Dik dur, bak senin gençliğin dimdik ayakta, bütün o işkencelere rağmen biz buradayız” diyoruz. Biz mücadelemiz için ölmeyi göze aldık zaten; hiç itirafçımız yoktu. Ha kurşun yemişiz, ha ipe çekilmişiz. Başbuğ’dan sonra dava arkadaşlarımıza da “dik dur” mesajı verdik. Mahkeme heyetine ise bizi kolay yutulur lokma sanmaması gerektiğini hatırlattık. Bu dışarıya da yansıdı. Hem meşru, hem de herkesin kendi payını alabileceği bir mesajdı bu. Fakat biz mahkemede verdiğimiz o meşru mesajdan sonra çift sıra dizilip askerler tarafından koğuşlara götürülürken coplandık. Niye İstiklâl Marşı okudunuz, size kim talimat verdi, diye de zılgıt yedik. Hâlbuki spontane. Bütün bu suçlamaları yapan Başsavcı Nurettin Soyer var ya, bu işlerin tamamı onunla alâkalı. Şimdi gündemde biliyorsunuz.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun misyonu hakkında başka ne söylemek istersiniz?
Muhsin Başkan insanüstü bir varlık değildi. Kimse böyle hurafe işlere girmesin. 30-40 komünist Bahçelievler’de Abdullah Çatlı’nın yolunu kesmişler. Zor durumdayken “Abim geliyor” demiş -ki Çatlı, Muhsin Başkan’a öyle hitap etmezdi- Muhsin Başkan’ı görünce herkes kaçmış güya. Bizi görüp kaçan adamlarla mücadele etmedik biz. Onların da yüreği ve bileği vardı. Hele hele Abdullah Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu bir arada! Onlar için bulunmaz nimet olur bu. Diğer taraftan, işimiz gücümüz adam öldürmek, dövmek de değildi, onu da söyleyeyim. Biz işimize, memleketimize, milletimize hizmete devam etmeye çalışıyoruz. Onların işi bitti, çünkü Sovyetler Birliği dağıldı. Sosyalizm çökünce arkadaşlar işsiz kaldı. Biz boyumuzun üzerinde laflar ettik; nizâm-ı âlem dedik, i’lâ-yı kelimetullah dedik, Türk-İslam ülküsünü yeniden dirilteceğiz dedik. Bunu kimle yapacaksınız? Bakın burası üniversiteli gençlerle dolup taşıyor. Onlara vatanı, bayrağı, milleti, devleti anlatıyoruz. Bu sebeple bizim davamız bitmez.
Muhsin Bey’in MHP ile yaşadığı yol ayrımından sonra parti ile diyaloğu nasıl oldu?
Tabii biz aynı değerleri taşıyan, aynı kitapları okumuş, aynı yolun yolcularıydık. Parti kalıpları bizi bağlamazdı. Bizim için mühim olan değerlerdir. Bu değerleri taşıyan yüzlerce arkadaşımız bugün MHP’de mücadelesine devam ediyor. Muhsin Başkan bu işlere parti taassubuyla bakmazdı. Ortak bir kaderi paylaşmışlar, sadece parti çatıları farklı diye birbirlerine kırgın olurlar mı hiç! Ne zaman karşılaşsak birbirimizi muhabbetle kucaklardık. Zira cenazesinde de bu samimiyeti gördük.
BBP ve Alperen Ocakları’nın açılma süreci nasıl oldu?
İsim ve amblem için komisyon kurmuştuk. Ben her iki komisyonda da vardım. Partinin ismi önce Fetih Partisi idi. Arkadaşlar konuyu gözden geçirelim dediler. Aile efradıma sordum, isim nasıl bir intiba uyandırıyor diye. Biraz radikal bir şeyler çağrıştırdığını fark ettim. Ertesi gün amblemi açıkladık. Bir yarışma yaptık, kazananı Umre’ye yollayacaktık; nitekim öyle oldu. Amblem örneklerini eleyip yaklaşık 10 tanesini bırakmıştık. Büyük afişlerle merkez binamıza astık. Arkadaşların tamamı hilâl içindeki gülle ilgilendiler. Ufak rötuşlarla amblem kabul edildi. Muhsin Başkan 10 kişi topladı, içeri soktu, verin kararı dedi. Çıktılar: Büyük Birlik Partisi. Ben hiç beğenmedim açıkçası. Başkan, “Tamam, bir karara varıldı” dedi ve kalktı, “Ben sizi büyük bir birliğe çağırıyorum” şeklinde şerh etti. Müthiş bir ikna kabiliyetiyle ismi kullandı. İlk adı Nizâm-ı Âlem Ocakları iken ben Alperen Ocakları olmasını teklif etmiştim. Adı Alperen Ocakları olur; mensuplarına Alperen denir; davası Nizâm-ı Âlem olur diye söylemiştim. Önce Nizâm-ı Âlem Ocakları oldu; daha sonra benim savunduğum isim olan Alperen Ocakları olarak değiştirildi.
Siyasî parti kurma fikriniz evvelden de var mıydı?
Yok, biz hiç böyle bir şey düşünmüyorduk. Ama 6 Aralık 1992’de bir kurultay yaptık. Genel temayül 6 tane milletvekilimiz olmasından dolayı siyasî parti olması yönünde oldu. 29 Ocak 1993’te de Büyük Birlik Partisi kuruldu. 99 kurucu bulduk. Hilâl içindeki gülü Muhsin Başkan sevdi. Hilâl, Türk-İslam anlayışının simgesi; gül de Peygamber Efendimiz’in (sas) remzi olduğundan makul geldi. Bunun bir gençlik kolları olmasından ziyade ocak kolu olmasını istedik. Çünkü politize olmuş bir gençlik istemiyorduk, daha sivil veya kalıbı içerisinde kalsın diye Nizâm-ı Âlem Ocakları’nı teşkilatlandırdık. Yurtdışında ocaklarımız vardı. Bütün Avrupa’yı dolaştık, en son Almanya’da toplandık. Zülfi Canpolat’ı genel başkan seçtik. Tespit ettiğimiz 30’a yakın ismi 60’a kadar da çıkartabilirsiniz dedik. Evraklarını hazırladılar ve birkaç hafta içinde Nizâm-ı Âlem Federasyonu kurulmuş oldu.
Peki, mahpus hayatı merhum Yazıcıoğlu’nun fikrî cephesinde ne gibi değişimlere yol açtı?
Cezaevinin ağır şartlarına rağmen insanın çok tefekkür etme fırsatı oluyor. Hücrende bir komünist olsa da sen yine de Allah ile baş başa kalabiliyorsun. Fert olarak, yapı olarak daha neler yapmak lâzım diye düşünüyorsun. Bir de bizim ideolojik fikir seyrimiz, birilerinin yazıp çizmesi ve önümüze koymasıyla olmadı. Bu dava 1940’lardan gelen Türkçülük fikrini İslam ile mezcederek Türk-İslam ülküsüne dönüştürmek. Önce sentez dendi, sonra ülkü dendi ama inançta karar kılındı. Bu seyirde Ziya Gökalpler, Gaspıralılar, Nihâl Atsızlar, Dündar Taşerler, Erol Güngörler oldu ama nihayetinde bizim Arvasî çizgisi diyebileceğimiz makul bir zemine gelindi. Belki ilk başlangıcındaki haliyle kalmadı; Anadolu’dan gelen inançlı insanların kattıkları değerlerle hareket, Türk-İslam mayasını oluşturdu. Cezaevinde bunların hepsi tefekkür edilmiştir. Biz yaşadığımız seyri inkâr etmiyoruz. Ama artık Ergenekon’dan çıktık; demir dağları erittik, bir daha oraya girmeye lüzum yok. Ziya Gökalp Kürt olabilir ama biz ondandık o bizden; Mehmed Âkif Arnavut’tu ama biz ondandık, o bizden. Hadiseye böyle baktık. Bütün bunların hülasasına Türk dedik. Bir kimlik dayatmadık. Biz insanları Türk yapmaya uğraşmadık.
İsmet Özel de “Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir.” diyor.
İşte bizim cezaevinde tefekkür edip, fiiliyata intikâl ettirdiğimiz bir mesele. Sen bunu Osmanlı anlayışı gibi, İsmet Özel’in dediği gibi de anlayabilirsin. Muhsin Başkan cezaevinde çok olgunlaştı. Bakın mahkemede hâkime mektup yazmıştı. Başbuğ önünde oturuyor, bakın neler diyor: “Alparslan Türkeş bizim saygı duyduğumuz bir lider ve devlet adamıdır. Biz kimsenin emir eri değiliz. Kimseye değil ancak Allah’a kulluk ederiz. Biz bütün fikirleri tartışırız. Ancak Kur’ân-ı Kerim’in naslarını tartışmayız.” Fikir dünyası bu. Sloganlarımız “Kanımız aksa da zafer İslam’ın”, “Kavgamız vurguncu düzenedir düzene, çağrımız İslam’da dirilişe” 1978 Kongresi’nden itibaren kullandığımız sözler. Biz aynı fikirleri bugünlere taşıdık. Kendi mecraında bir seyir etrafında bugünlere geldik; herhangi bir zikzak yok. Elbette her insan hata yapar. Biz münferid hatalarımızı görüp vazgeçmeye de çalıştık. Muhsin Başkan’ı biz şöyle tarif ediyoruz: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” Âyeti, “Sizin en hayırlınız insanlığa en çok hizmeti olandır” hadis-i şerifinin peşinden giden insan. Bizim şiarımız bu.
Muhsin Bey’in ve sizin son zamanlarda aldığınız bir tehdit var mıydı?
Birileri çıkıp “Bana bahsetmişti” falan diyor. Bakın burada mütevazılık etmem. Muhsin Başkan’ı da beni de kimse tehdit edemez. Biz tehdit edilecek insanlar değiliz. Hele hele tehditle yapacağımız işten vazgeçecek insanlar hiç değiliz. Bir tehdit olsa zaten Muhsin Başkan onun üzerine giderdi. Muhsin Başkan için “Tarlası sürüldü” falan gibi laflar da kullanılıyor. Böyle bir söz de sâdır olmamıştır. Halefleri böyle şeyler söylüyor; belki niyetleri halistir ama bostan korkuluğu muyuz biz? Tarlası sürülecek Başkan’ın ve haberi olmayacak. Biz çocukluğumuzu dahi yaşamadan bir sevdanın peşine düştük. Belki başka konularda hassas olmayabiliriz ama bu konuda taviz vermeyiz.
Muhsin Yazıcıoğlu ile en son ne zaman görüştünüz?
Burada Yakacık Köyü var, oraya gidiyormuş. Ben de birkaç arkadaşla beraber köyün girişinde karşılamaya gittim. Dizilip sıraya girenlerin arasına girdim. Başkan da tokalaşarak geliyor. Bir baktı ben. Dedim, “Başkan seçimden sonra seni kapatacağım bir yere.” Benimle ilgili bilmediği iki şey var. Onları kendisine itiraf edecektim. Orada bir gaz istasyonu var; ben oraya takılırdım. Geceleri vali, kaymakam vs. gelir, çok hoş sohbetler olurdu. Şark köşesi gibi bir yer yapmıştım istasyona. Zaman zaman Muhsin Başkan tek başına arabasıyla oraya gelir, sabah namazında ayrılır giderdi. Orada Başkan ile kucaklaştık. Yakacık’ta konuşmasını yaptıktan sonra börek ikram ettiler. Mikrofondan da birisi diyor ki, “Mahir Başkan nerede?” Muhsin Başkan da, “O şimdi arkalardadır” diyor. Ben hep protokolün dışında olurdum. O son görüşmemiz oldu. Bilmediği iki şeyi de söyleyemedim. Birisi, ben 30 sene sigara içtim, Muhsin Başkan sigara içmez, biz rahat içelim diye bir tane içerdi günde. Ben Divan’da bile sigara içerdim. Sigarayı bıraktım ve 1,5 sene oldu, kimseye söylememiştim. Belki sözümde duramam diye sebat etmeye çalışıyordum. Bir, onu söyleyecektim. Ona çok sevinecekti. Çünkü gençlere kötü örnek oluyoruz. Şu anda bile canım istiyor ama içmiyorum. İkincisi de yolculuklar sırasında zaman zaman türkü mırıldanırdık. Onun sevdiği türkülerden bir repertuar hazırlamıştım. Ben çok eskiden iyi bağlama çalardım. 1975’te birçok şey ile birlikte onu çalmayı da bıraktım. O tarihte Yenimahalle Ülkü Ocakları Başkanı olmuştum. Tavla oynamam, bağlama çalmam hoş olmaz diye düşündüm. Bir de savaş ortamı var, tuhaf karşılanır diye düşündüm. Hâlbuki Ülkücü adam da bağlama çalabilir yani, ne var bunda! 17 Ağustos depreminde orada çalışmıştım. Burayla ilgili bir beste yapılsın diye düşündüm. Abdürrahim (Karakoç) Ağabey geldi, ona söyledim. Bir şiir yazsan falan dedim. Hiç kimseden ses çıkmayınca iki tane bağlama aldım; ufak ufak başladım. Başkan’ın sevdiği türkülerden bir repertuar yaptım. İstasyonda ona sürpriz yapacaktım; nasip olmadı. Helikopter düştükten sonra o istasyonu terk ettim. Bir sene sonra oradaki bağlamaları eve götürdüm.
12 Eylül öncesi ve sonrasında Ülkücüler çok ağır bedeller ödedi. 12 Eylül, hâkeza 15 Temmuz, müsebbipler aynı. İnsanların bunun idrakine varması için neler yapılmalı?
15 Temmuz olduğunda 12 Eylül günleri gerçekten gözümde canlandı. İşte o gün geldi, herhalde Mahir’in de finali olur, dedim kendi kendime. Evden çıkarken 13 yaşındaki oğlum, “Baba ben de geleyim mi?” dedi. Ben yatsı namazımı kılmış, abdestimi tazelemiş, kapıdayım o sırada. “Gel” dedim. “Baba silahı da alayım mı?” dedi. “Al” dedim. Anlamaz da bu işlerden, biliyor musun? Toplamış bütün mermileri gelmiş. “Oğlum bırak bunları, gel” dedim. “Bu iş uzun sürecek, bundan sonra ömrümüz dağlarda geçecek” dedim. Oğlumun ismini koyarken de “İnşallah baba-oğul birlikte şehit oluruz” diye dua etmiştim. Herhalde o gün, bugün diye düşünmüştüm. Yenimahalle’ye çıktık, arkadaşları topladık. MİT’in önünden geçerken ne istediğimizi sordular. Biz de “yığınak” dedik. İnsanları kapılara doğru sevk ettiler. Helikopter aşağıyı tararken de zaten oradan geçmiştim. O sırada Ankara Emniyet’ten arıyorlar destek için. Halkı sevk ettirmek istiyorlar. Binlerce mermi sıkıldı, oğlum yere yatmadı. Bundan sonra da bu işler olmayacak değildir. Benim çağrım teyakkuzda olmak olur. Bu coğrafya, birilerinin her daim aklında olan bir coğrafyadır. Bu topraklar üst üste yığılmış medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Herkesin gözü burada. Hiç tereddüt etmeyeceğiz fakat. Nasıl ki 28 Şubat’ta “Tankın namlusunu milletine çevirmiş bir askere selam durmam” dediyse Muhsin Başkan, biz de aynını yapacağız. Birbirimizi görmesek de tek yürek davranacağız. Hedefimiz bu işler başladığında başladığı yerde bitirmek, olmuyorsa dağlarda devam etmek. Başka bir çözüm yok. Yangını başladığında söndürmezsen önünü alamazsın. Tayyip Bey’in çağrısını duymadan çıktık sokaklara. Bu coğrafyada yaşamanın bedellerinden haberdarız elhamdülillah. Ne Amerika’nın, ne Rusya’nın tasallutuna boyun eğeriz. Ne işe yararsınız diye küçük görmeye kalkmasınlar; biz çok işe yararız.