16. yüzyıl sonları Han devrindeyiz. Yıl: 1596. Antlaşmaları hiçe sayan Avusturya saldırıya geçmiş; Estergon, Kili ve İbrail kalelerini işgal etmişti. Osmanlı zor günler geçirmekteydi. Mağlubiyete alışık olmayan halk için için kaynamakta, kürsü vaizleri Padişah’a sert eleştiriler yöneltmekteydi: “Bre! Zındık kapımıza dayanmış, camilerimizi kilise yapmış, Müslüman ırzı pay-mal olmuşken, Padişahımız rahat döşeğinde nasıl uyur?” Padişah sıkışır, tereddüde düşer: Kürsü vaizlerinin tavsiyesine uyup eski padişahlar gibi bizzat savaşa çıkmaya fazla gönüllü değildir. Zaten dalkavuklar, “Sakın ha!” demektedirler, “sakın yapmayasuz Hünkârım! Allah esirgesin, Zat-ı şahanenizin başına bir hal gelecek olursa, devletimiz ipi kopmuş tespih gibi dağılır, Din-i Mübin başsız kalır, cümle âlem bunun cerimesini çeker, siz de vebal alursuz!” Pek çok kişiyle konuşur ama herkes kendi hesabındadır, çelişkili cevaplar alır. Beter şaşkınlaşır: Avusturya Seferi’ne çıkmalı mı, çıkmamalı mı? Rahatı ile vicdanı arasında kalır. Gözünü budaktan, sözünü dudaktan sakınmayan, sırf Hakk’ın hatırı için fikir beyan eden güvenilir birine danışma ihtiyacı içinde düşünüp dururken, Hoca Saadeddin Efendi’yi hatırlar. Ona ihtiyacı vardır, zira o, Yavuz Padişah’ın sırdaşı ve nedimi Hasan Can’ın oğludur ve tıpkı babası gibi her şart altında inandığını söyleyen biridir.