“Mora’daki Soykırım Ancak Öldürecek Başka Türk Kalmadığında Sona Erdi”

Osmanlı İmparatorluğu’nun Rum nüfusu, isyandan evvelki yıllarda önceki dönemlere göre birçok açıdan çok daha iyi durumdaydılar. Zengin ve eğitimli Rumlar açısından Osmanlı Devleti’nin yönetim kademelerinde ilerleme şartları iyileşiyordu. Devlet kurumlarında kendilerine ayrılan makamların sayısı düzenli olarak artıyor, bunlardan bir kısmı miras olarak intikal ediyordu. İki Tuna vilayetinde Romenler ve Slavlar münhasıran Yunanlar tarafından yönetiliyordu. Kalabalık Rum tüccar sınıfı güçleniyordu; dış ticaret ve gemicilik büyük ölçüde Rumların elindeydi.

Gelişen ve oldukça zengin olan Rum kolonileri batı Avrupa ve güney Rusya şehirleri ve limanlarına yerleşiyorlardı. İmparatorluğun Rumların çoğunlukta olduğu bölgelerinde, Türklerin müdahalesinden büyük oranda bağımsız kendi belediyeleri vardı. Patrikhanesi İstanbul’da bulunan Rum Kilisesi çok geniş ayrıcalıklara sahip olup imparatorluk yönetiminin ayrılmaz bir parçasıydı. Hatta Rum köylüler bile imparatorluğun Müslüman tebaası için büyük çilelere yol açan askerlik gibi bazı yükümlülüklerden muaf oldukları düşüncesiyle teselli bulabiliyorlardı. Gözlemciler Rumların isyan öncesinde Katolik İrlandalılardan daha talihli oldukları kanaatindedir.

Yunanistan’ın birçok bölgesinde Yunanlar ve Türkler birlikte, dostça bir ortamda yaşıyorlardı. Mora yarımadasının bazı kısımlarında nüfus tamamen Yunanlardan oluşurken, bazı kısımlarında Türklerden müteşekkildi. Türk garnizonları oldukça küçüktü ve iç güvenliğe pek ihtiyaç olmadığından, eğitimlerini uzun süredir ihmal ediyorlardı. Kaleler bakımsızlıktan çöküyordu; bazı yerlerde tek silahları Venediklilerden kalan tüfek ve barutlardı. Kimi Türkler o kadar uzun süredir Yunanlar arasında yaşıyordu ki, artık Türkçe konuşamıyorlardı. Yunan İsyanı tarihi yazılırken, Yunanların gerekçe arayışı içinde Türklerin zulmüne örnek gösterdikleri -çocuklarının Yeniçeri olarak yetiştirilmek üzere ellerinden alınması gibi- birçok durum, isyandan uzun süre önce uygulamadan kalkmıştı. (…)

Tripoliçe 5 Ekim 1821 tarihinde Yunanların eline geçti. Yalnızca 20 civarında Avrupalı topçu vardı. Kalamata’dan gelmekte olan 50 kadar topçu ise zamanında yetişemediler. İpsilantis ve alayı daha önce korkunç şartlar altındaydı. Paraları tükenmiş, alayın üniformaları eskimişti. Askerlerin çoğu artık yaya idi ve ikmal yokluğu nedeniyle açlıktan ölmek üzereydi. İpsilantis ani bir kararla, düşmek üzere olduğu yönündeki söylentilere güvenerek, Patra’ya (Balyabadra) yürümeye başladı. Olaylar kontrolünden çıkmış gibi görünüyordu. Onun yokluğunda, Teodoros Kolokotronis ve diğer subaylar Türklerle teslim şartlarını müzakere etmeye başlamışlardı. Arnavutlar ayrı bir antlaşma yaptılar. Silahlarıyla birlikte Epir’e gitmek üzere ayrılmalarına izin verildi. Böylece müdafaanın gücü büyük ölçüde zayıfladı.

Zengin Türkler güvenliklerinin sağlanması için bedel ödemeyi teklif ederken, kaleler içindeki diğer gruplar isyan öncesinde tanıdıkları Yunan liderleriyle anlaşmalar yaptılar. Yağma için bekleyen silahlı Yunanlar, geceleri kasabalardan çıkan eşya yüklü at arabalarını fark ettiler. Yunan liderleri sürekli olarak Türklerle müzakere yapmak için gelip gidiyorlardı. Resmî bir teslim antlaşması yapılıp yapılmadığının pek bir önemi yoktu.

Devamı Derin Tarih Ekim Sayısında…

Benzer konular