Sultan Hamid’in Vefatı

SULTAN HAMİD’İN VEFATI  SON SÖZÜ “ALLAH” OLMUŞTU

Sultan II. Abdülhamid’in vefatının 100. yılında, o güne güneşin guruba erdiği hüzünlü ana misafir oluyoruz. Aslında hiçbir şey değişmedi “Son Sultan”ı ümmet-i Muhammed bir asırdır “iyi bilirdik” diye hayırla ve hasretle anıyor.

**

Sen değil nâşın hükümdâr olsa elyâkdır bize

Dönsün etsin taht-ı Osmâniye tâbûtun cülûs.

 

Devrin şairi dayanamamış, kamış kaleminin ağlamaklı cızırtısı ak kağıt üzerine bu hazin mısraları döktürmüştü. Sâbık Sultan’ın tabutu dahi yaşayanlardan daha dirayetle idare ederdi devlet-i Aliyye-i Osmanî’yi.

Böyle diyordu şair ve merhum Sultan’ın cenazesini evlerinin pencerelerinden gören kadınlar tabutunun arkasından “Bizi bırakıp da nerelere gidiyorsun?” diye hazin hazin feryad u figan ediyorlardı. Sevgili oğlu Şehzade Burhaneddin ise “Bir daha böyle bir hükümdarı bulamayacaklarını” Beylerbeyi Sarayı’nın boş odalarında İttihatçıların yüzlerine haykırıyordu. Velhasıl, o gün Osmanlı’da kadim devir kapısı kapanmış, tabir caiz ise güneş sönmüştü. Başka bir deyişle o soğuk Şubat günü yalnız ismi Abdülhamid olan bir faninin göz kapakları kapanmamış, bir cihan devleti de son ışıklarını gurubun vefasız yellerine salmıştı.

Sabık Sultan’ın ufûlüne tanıklık eden o sisli ve soğuk Şubat gününden tam 8 ay 20 gün sonra bu defa koca cihan devletinin kendisi Mondros limanında bekleyen Agamemnon zırhlısında fiilen batacak, sonraki beş yıl içerisindeyse tamamen çökecek ve devrolunan enkazı da Cumhuriyet devrinde kaldırılacak, daha doğrusu padişah tuğraları ve Osmanlıca kitabelerin kırılması ve kazınması örneklerinde görüldüğü gibi gaddarca imha edilecekti.

İşte böylesine kritik bir ölümdü onunkisi. Şazeli şeyhlerinin yanık yanık okuduğu ilahiler eşliğinde omuzlarda Divanyolu’nun eğri büğrü taşları üzerinde ağır ağır ilerleyen tabutunu omuzlayanlar aslında bir imparatorluğun tabutunu omuzladıklarının farkına çok geç varacaklardı. Vardıklarında ise dudaklarında bir merâret, ellerinde felç, kalplerinde kılıç yarası olacaktı. İyileşmeyecek bir yara ki hala iyileşmedi… Hala kanamaya devam ediyor…

Son Sultan, Son Halife, Son Baba… Hem sesi tarihin derinlerinden gelen bilge bir baba o… Üzerine onca yalan dağları yığılmasına rağmen yine de fısıldıyor, konuşuyor, konuştukça sarsıyor bugünü ve sarsacak yarını… Öte yandan sadece üç beş kaynak bizlere bu fani dünyaya nasıl soylu bir jestle, mertçe ve bir Müslümana yakışır eda ile veda ettiğini dakikası dakikasına anlatabilmiş. Bu kritik ölümü daha yakından, damarlarına keskin bir pertavsız tutarak incelemek kadar sevimsiz bir iş -ama ölümcül bir hastayı ameliyat eden doktorun sevimsizliğidir bu- kolay kolay bulunmaz ama bu kırılma anını, Osmanlı kıyametinin başladığı anı tespit etmek gibi hayati ve mecburi bir görevle karşı karşıyayız.

Şimdi o görevin hakkını vermek demidir… Bakalım kolunda son nefesini verdiği sevgili hanımı Müşfika Kadınefendi’den olma kızı Ayşe Osmanoğlu, paha biçilmez değerdeki hatıratında Sultan II. Abdülhamid’in Beylerbeyi Sarayı’ndaki vefat sahnesini nasıl anlatıyor. (Babam Sultan Abdülhamid (Hâtıralarım), Selçuk: 1986, s. 234-240).

Babasına aşık bir kızın dilinden ölüm

1887’de dünyaya gelip 10 Ağustos 1960’ta vefat eden Sultan Abdülhamid’in 17 evladından biridir Ayşe Sultan. İlk olarak 6 Nisan 1956 tarihli haftalık Hayat mecmuasında tefrika edilmeye başlanan ve Nihal Atsız ile Yılmaz Öztuna’nın katkılarıyla hazırlandığını bildiğimiz hatıraları bir padişah kızının babası hakkında yazdığı -çok daha muhtasar ve sathi olan Şadiye Sultan’ınki istisna tutulursa- yegane hatırattır. Eğer bu hatırat bir kazaya uğramış olsaydı biz Sultan II. Abdülhamid’in özel hayatı, özellikle de Selanik ve Beylerbeyi Sarayı’ndaki dışarıya kapalı yılları hakkında bugünküne kıyasla pek az şey biliyor olurduk. Onun bıraktığı boşluklarıysa Sultan’ın hususi doktoru Âtıf Hüseyin Bey’in günlükleri dolduracaktır.

Ayşe Sultan babasına âşık bir kız evladı gözüyle yazdığı hatıralarında “Babamın Hastalığı ve Ölümü” başlığı altında özetle şunları anlatır: “Ben İsviçre’deyken ikinci oğlum Osman dünyaya gelmiş, bu müjdeyi babama telgrafla bildirmiş, babam da torununun doğmasından duyduğu memnuniyeti telgrafla bildirmişti. Benim görmediğim yıllarda babamın sağlığı bozulmuş, gençler gibi bir vücuda malik bulunan babam artık yorgunluktan şikayet ediyormuş. Çoğunlukla hazımsızlıktan dert yanıyor, yalnız Doktor Atıf Bey’in verdiği ilaçlara güveniyormuş.

9 Şubat 1918 Cumartesi akşamındayız. Sabık Sultan iştahsızlığından bahsediyor. Sadece bir köfte, bir iki kaşık kabak yemeğiyle bir pirinç unu tatlısı yiyor. Zaten az yiyen biridir, iyice azaltmış. Yemekten kalkıyor, annem Müşfika Kadınefendi’ye göğsünün sol tarafını göstererek “Sol tarafımdan sağa doğru bir sancı hissediyorum” diyor. Annem derhal doktoru getirtmek istiyor ama aksilik bu ya, doktor Atıf Bey o sabah babamdan izin alarak evine gitmiştir. Bunun üzerine Beylerbeyi Sarayı civarında oturan Aleksiyadis Efendi adlı doktoru çağırtmışlar. Doktor muayeneden sonra hastalığın önemli bir zatürre başlangıcı olduğunu söyleyerek “Hakanın hastalığı kendisi kadar büyüktür” şeklinde ilginç bir tabir kullanmış. İşin şakası olmadığı anlaşılınca Sarayın muhafız birliği komutanı Rasim Bey vaziyeti Sultan Reşad ve Enver Paşa’ya haber vermiş. Bu sırada Atıf Bey adlı hususi doktoru bulunmuş, o da aynı kanaate varmış ve devrin meşhur doktorlarından Neşet Ömer Bey çağrılmış, bir de ona muayene ettirilmiş.

Hastalık ve helalleşme

Lakin saray o gece uyumamış ve 10 Şubat sabahı şafak sökerken Sultan Abdülhamid, “Oh! Ne çabuk sabah oldu” demiş ve her günkü sabah banyosunun hazırlanmasını istemiş. Hastasınız, diyerek vazgeçirmeye çalışsalar da, “Beni banyodan mahrum ederseniz hakkımı helal etmem” diyerek banyo yapmakta ısrar etmiş. Tabii kendi başına yürüyememiş, annemin koluna dayanarak girdiği banyodan sonra fevkalade terlemeye başlamış. Annem ile ikbali Saliha Naciye Hanım onun bu hali karşısında gözyaşlarını saklamaya çalışmışlar.

Namazlarını hiç aksatmayan babam sabah namazını oturduğu yerde, kolunun altına yastık koydurarak kılmış. Sonra sütünü istemiş, üzerine yarım bardak maden suyuna karıştırılmış sütünü içerek “Hamdolsun Yarabbi! Daha iyiyim” diye hamd etmiş. Sonra yine annemin koluna dayanarak birazdan son nefesini vereceği yatak odasına girmiş.

O sırada Sultan Reşad’ın selamıyla doktorların geldiği kendisine haber verilmiş. Babam, doktorlardan şüphelendiği için “Hayır, doktor istemem, iyiyim” demiş ama doktorların kimler olduğunu sormayı da ihmal etmemiş. Sonra tekrar doktorları istemediğini söylemiş. Bunun üzerine annem “Aman Efendiciğim! Biraderiniz (Sultan Reşad) gücenir. Müsaade edin de bir kere gelsinler” deyince ikazı yerinde bulmuş.

Akil Muhtar, Selanikli Rifat, Atıf Hüseyin Beyler ile Aleksiyadis Efendi içeri girince en küçük oğlu Âbid Efendi nemli gözlerle gelip babamın karşısında durmuş. Onun yaşlı gözlerini gören babam, “Ağlama oğlum. İyiyim. Üzülme” demiş. Az yediği halde doktorlara nedense dün akşam çok yemek yediği için bu hale geldiğini söylemiş. Bu bir nevi mühim bir hastalığım yok, kabilinden bir teselli cümlesi olsa gerektir. Biraz rahat nefes alabilmek için doktorlardan kan almalarını (hacamat) istemiş. Bunun üzerine kan almışlar. Hacamattan sonra kendisini iyi hissettiğini söylemiş. Doktorlar biraz rahatlaması için morfin yapmak istemişlerse de onu reddetmiş.

Doktorlar işleri bitip de odadan çıkarken onlarla beraber gelen muhafızların komutanı Rasim Bey özellikle arkada kalmış. Babamın yanına gelerek elini öpmüş ve gözleri dolarak hakkını helal etmesini istemiş. Babam da hayretle yüzüne bakmış, cevap vermemiş. Adamlar çıktıktan sonra yanına giren annem ile Saliha Naciye Hanıma gülümseyerek “Rasim Bey bizden ümidi kesmiş olacak ki elimi öptü, bana hakkını helal et dedi” demiş. Ardından da derin bir “Âh” çekerek,

  • Bütün hizmetlerime bir kara çarşaf çektiler. Benim kimseden talep edecek hakkım yok!

diye eklemiş, bu sırada gözleri dolmuş. Annem de şöyle teselli etmiş kendisini:

  • Efendiciğim! Bundan büyük hastalıklar geçirdiniz. İnşallah yine iyi olursunuz. Hakkınızı onlardan elbet Allah alır.

Öte yandan Sultan Reşad doktorlardan ağabeyi hakkındaki acı haberi almıştır. Artık Sultan Hamid’in hayatından ümit kalmamıştır. Sultan, Abdülhamid’in büyük oğlu Mehmed Selim Efendi’ye haber yollamış ve “Babaları ağır hastadır. Hepsi hemen gidip kendisini görsünler” demiş. Zira o zamana kadar bayramlar haricinde evlatlarının Sultan Hamid’i ziyaret etmesi yasaktı.

Son sözü “Allah”

Bunun üzerine oğlu Selim Efendi Beylerbeyi Sarayı’na gitmiş, Sultan Hamid’e kendisini ziyarete geldiğini haber vermişler. O da, “Biraz beklesinler” demiş ve “sulu” bir kahve istemiş. Şöhreddin Ağa adlı hizmetkârı kahveyi getirmiş, yatağında yatmakta olan babam da annemin koluna dayanarak doğrulmuş, yatağında oturmuş ve kahveyi içmek istemiş. Bu sırada babam odadakilerle helalleşmiş, adeta vedalaşmış.

Önce annem Müşfika Kadınefendi’nin avcunu öpmüş ve “Allah senden razı olsun” demiş. Sonra ikbali Saliha Naciye Hanım’ın elini tutarak “Hakkını helal et” diye vedalaşmış. Ayak ucunda duran Gülşen Kalfa’ya da “Kızım, Allah senden de razı olsun” diyerek kahveden bir yudum içmiş. Bunun son yudumu olacağını bilemezdi elbette… Birden kahve annemin avcuna dökülmüş, annem yanan kolunu çekerken babamın son sözü dökülmüş dudaklarından:

Ve başı annemin koluna düşmüş. Annem paniğe kapılarak Sultanın bayıldığını düşünerek hemen doktora haber vermiş. Doktor Atıf Bey koşarak gelmiş ve acı hakikati anlamış ama belli etmemiş. Babamı kollarında tutmaya devam eden ve onu bırakmak istemeyen anneme çıkışmış, “Onu bana bırakınız. Baygındır. Lazım gelen tedaviyi yapacağım. Siz hemen dışarı çıkınız” demiş ve onları Abid Efendi ile beraber odadan çıkarmış. Odada kalan Dilberyal Kalfa’ya dönüp “Ne duruyorsunuz? Bir tülbent getiriniz de çenesini bağlayalım” deyince Şöhreddin Ağa meseleyi anlamış ve “Âh, efendim gitti” diye bir feryad kopartarak düşüp bayılmış.

İşte o anda sarayda işin rengi belli olmuş, bir kıyamettir kopmuş. Vahlanmalar, inlemeler, feryad u figanlar bir köşeden öbürüne koşturup durmuş. Henüz 11 yaşındaki Şehzade Abid Efendi ise babasının öldüğüne bir türlü inanmak istememiş, “Daha şimdi yatağında oturuyordu!” diye ağlamaya başlamış. Ardından saraydaki muhafız subaylar içeri girerek babama son ta’zim vazifelerini yerine getirmişler. Böylece babam 10 Şubat 1918 Pazar günü ebediyete intikal etmiş oluyordu.

Hatıra defteri kayıp

Bir keresinde annem anlatmıştı: Babamın vefatı üzerine başkadın ile diğer kadınefendiler ve sultanlar gözyaşları içinde Beylerbeyi Sarayı’na gelmişler. Sarayı korumakla görevli subaylar babamın odasında toplaşıp ağlaşan kadınları “Aman efendim, taciz etmeyiniz” diye dışarı çıkarmışlar ve kendileri odada ikişer ikişer nöbet beklemişler. Bu sırada subaylardan Zekeriya Efendi, Sultanın nâşı başında Kur’an okuyarak sabaha kadar beklemiş. Herkes o geceyi sarayda yerlerde oturarak geçirmiş. Ağlayarak sabahı etmişler.

Ertesi sabah annem başta olmak üzere herkes tekrar odasına girip son hürmeti ve vedayı yapmışlar. Cenazeyi subaylar tekneye taşımış, asker de sarayın bahçesinde selama durmuş.

Yalnız bu arada ilginç bir hadise cereyan etmiş: Vefatından iki gün sonra, yani 12 Şubat 1918 Salı günü Enver Paşa bir heyetle beraber saraya gelmiş. Babamın odasına girmişler ve yatağının baş ucunda duran dolabını açmışlar. İçinden bir tomar kâğıt ile babamın hatıralarını kaydettiği bir defteri Enver Paşa burup (rulo yapıp) paltosunun cebine yerleştirmiş. Sözde bunlar Selanik’teyken Alman Bankası’ndan ve Beylerbeyi Sarayı’nda iken Credit Lyonnais’den aldığı kâğıtlarmış. Ardından bütün dolapları açtırıp elbise ceplerine kadar bakmışlar fakat başka bir şey bulamamışlar.”

Ayşe Sultan’ın anlattıkları burada bitiyor. Bunları Doktor Atıf Hüseyin Efendi’nin (M. Metin Hülagü, Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri, Pan: 2003, s. 344-346) ve Ziya Şakir’in (Sultan Hamid’in son Günleri (İst. 1943, s. 242 vd.) anlattıklarıyla tamamlayınca Son Sultan’ın vefat sahnesi aydınlanıyor. Nitekim Ziya Şakir’in naklinde Ayşe Sultan’ın atladığı bir ayrıntı dikkat çekiyor. Sabık Sultan son banyosunu yaptıktan sonra “Oh!… Çok şükür rahatlaştım. Delâil-i Hayrât adlı kitabımı veriniz de biraz okuyayım” demiştir.

Delâil-i Hayrât ne midir? Faslı âlim ve sufi Süleyman el-Cezûlî’nin, Peygamber Efendimiz’e (sas) gönderilen bütün salâvat-ı şerifeleri bir araya getirerek derlediği muhteşem kitaptır ve maddi ve manevî şifa getireceğine inanılarak okunması adettendir. Sultan’ın son ânında aklına Efendimiz’in ve ona salat ü selam getirmenin gelmesi de gösteriyor ki, vefatından bir asır sonra dahi ümmet-i Muhammed onu boşuna “iyi bilirdik” diye hayırla ve hatta hasretle anmıyor. Hakkını helal et Sultanım!

 

 

 

 

 

Benzer konular