“İlmimin yarısını seyahatle elde ettim. Bir başıma yaptığım araştırmalar zihnî yapımı olgunlaştırdı; ancak seyahatlerdeki gözlemlerim bakış açımı genişletti. Seyahat etmeyen insanlar bismillah/başlangıç boyutunda kalırlar. Seyahat insana milletlerin hikâyesini ve ülkelerin tarihini dolaylı olarak anlatır.”
Bu satırlar, son dönem Hindistan tarihinin meşhur simalarından Ebû’l-Kelâm Âzâd’a ait. Kültürel etkileşimi arttırarak toplumlar arasındaki bilgi transferini sağlayan bir araç mesabesindeki seyahatnameler, Urdu edebiyatında önemli bir yer işgal eder. Urdu dilindeki ilk seyahatname, 1847 gibi oldukça geç sayılabilecek bir tarihte yayımlanmasına rağmen 1857 Sipahi Ayaklanması’ndan Britanya Hindistan’ının bölünmesine kadar geçen süreçte Urdu edebiyatında ciddi bir seyahatname literatürü oluşmuştur.
1857’de patlak veren Sipahi Ayaklanması’nda ağır bir hezimete uğrayan Hintli Müslümanlar, hilafete bağlılıklarının da etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu “son kale” olarak görmüşler ve bu ilgiyi her daim taze tutmuşlardır. Bunun bir yansıması olarak Hindistan sokaklarında, Almanlarla aynı safta 1. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı’nın durumu ve Türklere ne şekilde yardım gönderileceği tartışılmaya başlanmıştır. O dönemde ve yakın geçmişte pek çok Hintli Müslüman gerek yardım etmek için gerek başka sebeplerle Anadolu’ya gelmiş, dönüşlerinde seyahatnameler kaleme alarak intibalarını aktarmışlardır. O isimlerden biri, Hindistanlı mütefekkir Şiblî Nu’mânî’dir. Urduca neşrettiği Sefername-i Rum u Mısır u Şam adlı eserden hareketle İstanbul izlenimlerini aktaracağız.
Şiblî Nu’mânî’nin 1893’te çıktığı Anadolu, Mısır ve Şam gezilerini kaleme aldığı Sefername-i Rum u Mısır u Şam, Türkiye ile ilgili olarak yazılmış ilk Urduca seyahatnamedir. 1901’de Delhi’de Kaumi Press tarafından basılan bu eser, Yusuf Karaca’nın ifadesiyle; “kabına sığmayan büyük bir insanın, hayatını Müslümanların kalkınmasına adamış dâhi bir kişinin, gecesini gündüzünü kitaplarla geçirerek bilgi depolamış bir bilge âlimin ve silahı bilim olan bir hakikat savaşçısının seyahat hatıralarıdır.” İstanbul’da bulunduğu üç aylık süreçte her düzeyden, her gruptan insanla görüşmesine rağmen Nu’mânî’nin eserinde en az bilgi verdiği yerin İstanbul olması oldukça dikkat çekicidir. Nu’mânî, çok özel dostlarına anlattığı bu görüşmeleri İngilizlerin baskısından dolayı gizlemek zorunda kalmıştır. Hatıralarını kaleme almayı düşünmediği gibi kendisine bu hususta ısrar edenlere karşı da uzun süre direnmiştir. Kardeşi İshak Hoca’ya yazdığı bir mektupta kendisi bu hususu şu şekilde açıklar: “Gezi hatıralarımı bir kitap halinde yayınlamam için yakın dostlarımdan ısrarlı istekler geliyor. Ama ben hâlâ bu anıları yayınlama düşüncesinde değilim. Beni böyle davranmaya zorlayan çeşitli sebepler var.”
Şiblî Nu’mânî’nin Anadolu’ya gerçekleştirdiği seyahatlere yüklediği mâna üzerinde de kısaca durmak gerekir. Zira ona göre bu seyahatler asla sıradan bir gezi değil, Müslümanlar arasındaki iletişimi sağlayan önemli bir vesiledir. Görüşmeyi çok istediği bazı simalarla bu ziyaretleri sırasında hasbihal etme fırsatı bulmuştur. Bunlardan biri olan Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa ile görüşmesini şu şekilde nakleder: “Bir gün çok sevdiğim ve derin bir hayranlık duyduğum, dünyanın Plevne kahramanı olarak tanıdığı, gönüllere taht kurmuş olan Gazi Osman Paşa’yı ziyaret etmiştim. Görüşme sırasında karşılıklı derin bir saygı ve sevgi yakınlığı sergiliyorduk. Bu yüzden elini elime almış bırakmıyordum. Gönlümdeki derin saygıyı ve hayranlığa ulaşan sevgiyi bu hareketimle daha iyi göstermeye çalışıyordum. Bir ara dayanamadım ve ‘İslâm düşmanlarına hangi elinizdeki silahla saldırdınız, gösterin de müsaadenizle o eli öpeyim’ dedim. Bunun üzerine o çok nâzik ve şerefli insan, büyük ve yiğit komutan bana: ‘İlme hizmet için çalışan ve durmadan yazan sizin eliniz öpülmeye daha layıktır’ diyerek zorla o benim elimi öptü.” Bu olay sırasında Nu’mânî 35, Gazi Osman Paşa ise 65 yaşındadır.
Devamı Derin Tarih Kasım Sayısında…