Hattat Mürekkebinden Sızan Emanetler

Hat sanatı tarihlerinin en önemlilerden sayılan Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin Efendi’nin (ö. 1202/1788) Tuhfe-i Hattâtîn adlı eseri, 1787’e kadar, bu sanatı icra etmiş yüzlerce hattatın biyografisini ihtiva eden muazzam bir kaynaktır. Kendisinden sonraki hat tarihi kitapları başta olmak üzere bilhassa dinî ve edebî sahalardaki araştırma kitaplarının başlıca müracaat kaynağı olmuştur. Bu yazıda, farklı cihetlerden okunabilecek Tuhfe-i Hattâtîn’de yer alan hattat hikâyelerinden istifade edeceğiz.

Akçakavak kasabasında doğan Hüseyin Habli, “kavak yeli rüzgârıyla” İstanbul’a gelip Galata’da “fettâl” (mum fitilciliğiyle uğraşan), daha sonra Eminönü Zindankapısı’nda habbâl (ipçilikle uğraşan) olarak çalışır. Anbarizade Derviş Ali’den hat sanatını öğrenen Hüseyin Habli, mesleğini, yazılarına “Ketebehu Hüseyin el-Habli” imzasını atarak gösterir. Hat hocasına damat olma şerefine de ulaşan Hüseyin Habli, devrin ve hat tarihimizin en büyük hattatlarından Hafız Osman’la tanışma şerefine ise nail olamamıştır.

Hikâye şöyle: Bir gün, Yenikapı Mevlevihanesi’ne yakın bir sahrada perşembe günleri yapılması gelenek haline gelmiş olan güreş müsabakasına Hüseyin Habli de katılır. Karşısında devrin namlı pehlivanlarından, Güreşçiler Tekkesi şeyhi Çuhadar Veli çıkar. Oldukça çekişmeli şekilde, “dest-ber-dest, kafa-ber-kafa, sine-ber-sine” geçen mücadelenin ardından Hüseyin Habli rakibinin sırtını “kapan tabir olunan lu’b” hamlesiyle yere getirir ve müsabakayı kazanır. O sırada izleyiciler arasında bulunan Hafız Osman, yanındaki Derviş Ali’ye Hüseyin Habli ile tanışmak istediğini söyleyince, Derviş Ali cevaben, “O Hüseyin Çelebi benim şakirdlerimdendir” der. Bunun üzerine Hafız Osman, “Onu bana maan (hemen) getir” diye buyurur. Gelgelelim Hüseyin Habli, Hafız Osman’ın vefatı sebebiyle onunla mülaki olamaz. Ne zaman Hafız Osman yazısı görse bu hikâyeyi hatırlayacak ve hüzünlenecektir. Bununla birlikte, hat sanatında onun ekolünü takip edip bu yolda çokça talebe yetiştirir.

Bartın’da doğup İstanbul’a gelen ve maişetini sahaflıktan temin eden Rıdvan Efendi, hat sanatını Tokadi Derviş Ahmed Efendi’den temeşşuk etmişti. Zamanla hattatlığın ve sahaflığın getirdiği dakiklikle bilhassa eski üstatların yazılarını anlamakta maharet sahibi olur. Günlerden bir gün, çalıştığı bedestende Şeyh Hamdullah’ın bir hat kıtası müzayedeye çıkarılır. İçlerinde “mümeyyiz” kişilerin de olduğu bir cemiyette kıtanın ederi üç bin akçeye kadar yükselir. Bu sırada dükkânını açan Rıdvan Efendi, yanındakilere, bu yazının meşhur olduğunu, kendisinde de birkaç örneğinin bulunduğunu söyledikten sonra, “Gayet a’lâ hatt-ı Şeyh’tir derim, eğer Rasim Efendi taklid edip ve bir üstad elinden çıkmadıysa…” der. Bahsettiği zat, devrin en büyük hat üstatlarından Eğrikapılı Mehmed Rasim Efendi’den başkası değildir. Bu sırada Eğrikapılı Mehmed Rasim’in kardeşi, Molla Aşki Camii imamı Süleyman Efendi ile Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, “Bu hiledir ve tâlibe gadrdır” diyerek, yazının Şeyh Hamdullah’ın yazısının bir taklidi olduğunu söyleyip geri alırlar. Meğer müzayedeye çıkan bu yazıyı Süleyman Efendi bizzat kardeşi Eğrikapılı Rasim’e yazdırmış, bununla kalmayıp kâğıdı eskiterek “rengini ve kenarlarını bi’l-külliye” (tamamıyla) Şeyh Hamdullah’ın kıtasına benzetmeye çalışmıştır. Bu hadiseyi sonradan işitecek olan Eğrikapılı Mehmed Rasim hem Müstakimzâde’ye, hem de kardeşi Süleyman’a kızar ve “Böyle hareketler benim ömrümün kasrına (azalmasına) sebep olur” diyerek tembihte bulunur.

Devamı Derin Tarih Eylül Sayısında…

Benzer konular