Bir Cambaz’ın Hikayesi

Sabahları işyerinin bahçesinde kedilerle görürdüm onu hep. Her şeyleriyle ilgilenirdi: Mamalarını verir, su kaplarını kontrol ederdi. Hasta olanlara ayrıca itina gösterirdi. Kelimenin tam anlamıyla “kedilerin babası”ydı.

“Kedi sevgisi imandandır” buyrulmuş.

Sadece hayvanlara değildi merhameti. Şu dârıdünyada görüp görebileceğiniz en munis, en müşfik, en halim selim insanlardan biriydi Mustafa Cambaz, yani Mustafa Abimiz.

20 yılı aşkın bir süredir Albayrak Medya’da çalışıyordu Mustafa Abi. Yeni Şafak ve daha sonra da TV NET’te yüzlerce yazıya, pek çok program içeriğine, binlerce kare fotoğrafa imza atmıştı.

Şu an elinizde tuttuğunuz dergiye de ilk sayısından vefatına kadar fotoğraflarıyla katkı bulundu.

Evet, vefatına kadar!

Zira 15 Temmuz’da akşamüzeri kendisine telefon etmiş ve hazırladığımız İstanbul özel sayısı için bazı fotoğraflar istemiştim, hemen arşivinden çıkarıp getirmişti. O güne ya da bize has bir şey değildi bu. Her zaman, herkese yardıma hazırdı.

Başımız ne zaman sıkışsa imdadımıza koştu. Türkiye’nin herhangi bir yerinden bir fotoğrafa mı ihtiyacımız var? Cami, çeşme, tekke, çarşı, sebil, muvakkithane, han, hamam, medrese, köprü fark etmez. Dergide herkesin aklına ilk gelen o olurdu: “Mustafa Abi’de kesin vardır!”

İstediğimiz yerin fotoğraflarını birkaç kez çekmiş olurdu zaten. Daha önceden çekmediği bir mekân ise hiç nazlanmaz,  hemencecik işi hallederdi. Ya saatler sonra yahut en geç ertesi gün…

Fotoğrafları vermek için geldiğinde daha kapıdan girer girmez başlardı o tatlı üslubu ile anlatmaya: “Haliiiil, abiciğim, baksana ya, çektim çektim ama neler oldu bir bilsen!”

Neler olurdu sahi?

Neler olmazdı ki…

Daha iyi bir açıdan çekmek için caminin kubbesine çıkmış ve ciddi bir düşme tehlikesi atlatmıştı mesela. Yine tarihî bir çeşmenin etrafını babasının malı gibi kullanan bir esnafın tehditlerine rağmen oranın fotoğraflarını çekmişti. Bir tarihî eseri restore edildikten sonra çekmeye gittiğinde karşılaştığı rezaletleri anlata anlata bitiremezdi.

Cesurdu Mustafa Abi, doğruya doğru eğriye eğri demekten çekinmezdi hiç.

Aynı binada altlı üstlü katlarla çalışmamıza rağmen işlerin yoğunluğundan ötürü çoğu zaman uzun uzadıya sohbet etme imkânı bulamazdık. Hiç unutmuyorum, en uzun sohbetlerimizden birini yolda yapmıştık. Birkaç ay evvel birlikte Üstad Mehmed Niyazi’yi ziyarete gitmiştik Üsküdar’a. O gazetede yazması için konuşacaktı, ben de dergimizde. Yol boyunca bana her zamanki heyecanıyla basılmakta olan Türkiye Ulu Camileri kitabını anlattı. Camilerdeki ilginç mimarî ayrıntılar, çekim maceraları, kitabın hazırlık sürecinde yaşadıkları ve yeni projeler…

Projeleri, niyetleri, hayalleri… Bir gün evvel neler düşünüyordu kim bilir…

Zihninde ve gönlünde onlarca proje vardı Mustafa Abi’nin. Birini o gün konuştuk. Dünyaca ünlü Bizantolog ve sanat tarihçisi, dergimizin daimî yazarlarından Prof. Dr. Semavi Eyice’ye TVNET’te yaptırdığı programın kayıtlarını deşifre edip fotoğraflarla destekleyerek kitap haline getirmesini söyledim. Teklifimi büyük bir heyecanla karşıladı.

Yapacaktı, ömrü vefa etmedi.

Bir de müşterek projemiz vardı: Boğaziçi’ndeki yalılara dair bir kitap hazırlayacaktık. Ben en son araştırmalara dayalı, şu anki sâkinleriyle konuşup metinleri yazacaktım, o da fotoğrafları çekecekti.

Yapacaktık, ömrü vefa etmedi.

Birkaç aydır taşınma telaşı içindeydi. Ev sahibiyle münakaşa etmişti. Tartışmanın sebebini tahmin edin bakalım: Tabii ki kediler! Yeni bir ev aradı uzun zaman kedileriyle birlikte Mustafa Abi. Çengelköy’den ayrılmak istemiyordu. Nihayet, kirası biraz fazla da olsa Boğaz manzaralı bir eve taşındı ve muradına erdi. Hem Boğaz, hem kediler… Daha ne isterdi ki benim Mustafa Abim bu hayattan!

Ramazanda, iftara yakın saatlerde Kuzguncuk İskelesi’nde gördüm onu. Bir banka oturmuş, şehri izliyordu. Yaklaştım yanına, selamlaştık. “Ben” dedi, “arada gelir, böyle oturup saatlerce izlerim İstanbul’u.”

Üstad Refik Halid, “İstanbul’a âşık” başlıklı yazısında çocukluğunda tanıdığı Hoca Numan Efendi adlı birinden bahseder. Komşuları olan bu zat, bir gün şöyle demiştir yazara:

“İstanbul memleketlerin sultanıdır, burada doğup bu terbiyeyi görenler, buraya alışanlar başka diyarda yaşayamazlar, İstanbul’un hasreti adama, nerede olsa, dağı derun olur. Ben İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm, İstanbul’da ömrümü geçirdim, inşallah da İstanbul’da ölürüm!”

Bu satırları okuduğumda aklıma Mustafa Abi düştü. Doğma büyüme bir İstanbullu değildi. Yunanistan’ın Gümülcine şehrinde doğmuş, Yunan ordusunda askerlik yapmayı kabul etmediği için de vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Türkiye’ye gelmişti gelmesine ama bir kimliği yoktu. Ama memleketine, İstanbul’a âşıktı. Kâğıt üstünde bir vatanı yoktu belki ama 15 Temmuz gecesi yaşanan darbe teşebbüsüne karşı, akıncı cedleri gibi “ön safta atılan yüz atlı”dan biri olarak Çengelköy’deki çatışmalarda şehit düştü. Allah rahmet eylesin.

Ne garip değil mi? Bir yanda resmî vatandaşı olmadığı bir ülkenin geleceği için can veren güzeller güzeli Mustafa Abi, diğer yanda darbe teşebbüsü başarısızlığa uğrayınca Yunanistan’a sığınanlar… Bahsettiğim Numan Efendi’nin en büyük korkusu İstanbul’dan uzakta ölmekmiş. Korktuğu da başına gelmiş, İstanbul hasretiyle sürgün yollarında can vermiş. Mustafa Abiyse çok sevdiği Çengelköy’de şehit oldu ve oraya defnedildi. Çengelköy’ün âsude Boğaz havasını koklamaya devam ediyor. Sûr-ı İsrafil’i bekliyor.

Son düzeltmeleri yapmak için yazının başına oturduğumda iki güzel haber birden geldi:

Şükürler olsun ki, Mustafa Abi’yi şehit edenler yakalanıp adalete teslim edildi. Ayrıca binamızın önünde bulunan Topkapı metrobüs durağının adı “Şehit Mustafa Cambaz” olarak değiştirildi.

Bundan böyle her sabah işyerine gelmek üzere metrobüsten indiğimde yine ilk onunla karşılaşacağım.

Sahi bu kediler neden günlerdir böyle bir köşede üzgün?

 

Benzer konular