Fatih’te bir parkın içinde bulunan sessiz anıt, bize bir şeyler söylemek ister gibi huzursuzdur. Öğrencilik yıllarımdan beri önünden geçip gittiğim, ağaçlarının hışırtısını içtiğim bu parkın, bizi geçmişimize bağlayan en hüzünlü ama aynı zamanda en meraklı köprülerden biri olmak için yanıp tutuştuğunu sonraları öğrenecektim.
Dünyada ilk uçağın 1903’ün Aralık ayında yerden yükselmeyi başardığını biliyoruz. Amerikalı Wright kardeşlerin açtığı bu çığır kısa zamanda Avrupalıların ilgi odağı haline gelmiş ve ilk uçuş denemeleri 1906’da gerçekleştirilmiştir. Osmanlı da ilgisiz kalmayacaktır buna.
Tam üç yıl sonra, 1909’da yine bir Aralık günü Baron de Catters adlı Belçikalı bir asilzadenin İstanbul semalarındaki uçuş tecrübesini başarıyla tamamladığını öğreniriz. Ancak pilotların henüz acemilik yıllarıdır; kazalarla karşılaşılması normaldir. Baron’umuz tam üç defa ertelediği uçuşta Taksim Meydanı’ndan havalanmışsa da, uçağı Pangaltı’da bir evin damına çakılmıştır.
Sınırlarımız içindeki ilk uçak kazasıdır bu. Ancak ilk adım atılmıştır bir kere. Arkasının gelmesi kaçınılmazdır. Özellikle de devrin Genelkurmay Başkanı (Erkân-ı Harbiye Reisi) Mahmud Şevket Paşa işin peşinde olursa…
Havacı subaylar Almanya, İngiltere ve Fransa’da tahsil görürken, halktan İâne-i Milliye adı altında para toplanır ve Avrupa’dan iki adet uçak satın alınır. Birisi, doğrudan yardım kampanyasının adını almıştır (Muavenet-i Milliye), öbürüne ise Prens Celaleddin adı konulmuştur.
Derken yakınlarda boşaltılan Yeşilköy’deki Atatürk Hava Limanı’nın bulunduğu mahalde ilk uçak tesislerimiz yükselmeye başlar. Eylül 1913’e geldiğimizde Fransız Hava Kulübü’nden üç uçağın Osmanlı semalarında giriştikleri kıran kırana bir yarışa sahne oluruz. Çeşitli şehirleri gezerek Kahire’ye kadar ulaşan (yine bir Aralık ayında ama bu defa 1913’teyizdir) ve İslam âlemine moral pompalayan bu uçaklar, hiç işe yaramasa bile, Osmanlı ordusunun Balkan Harbi’nde yaralanmış gururunu tamir eder.