İslâm’ın İlk Asırlarında Altın Para

Müslümanlar, bizzat ticaretle hayatını kazanmış ve zengin tüccar bir hanımla evlenerek onun adına uluslararası ticaret kervanlarını yönetmiş bir Peygamber’e (sas) iman ederler. Bu nokta, aslında İslâm’ın hayatla ne kadar iç içe bir din olduğunun da en pratik işaretlerinden biridir. Nitekim Hz. Peygamber, aktif ticaret yaptığı yıllarda kazandığı tecrübelerini sonraki hayatı boyunca sıklıkla kullanmış, ömrünün son seferi olan Tebük Gazvesi’ne çıkıldığında, Medine’den kuzeye doğru yaklaşık 900 kilometrelik rota boyunca ordunun hangi duraklarda konaklayacağına da yine bu tecrübeler ışığında kendisi karar vermiştir.

Bu örnelikten hareketle, İslâm’ın sonraki yıllarında, fetihler yoluyla toprakların giderek genişlemesine paralel olarak Müslümanların ticaretle ve sermayeyle bağlantıları daha da kuvvetlenmiştir. Ekonomik refah arttıkça yeni şehirler kurulmuş ve buralarda birbirinden ihtişamlı âbideler vücuda getirilmiş. Netice olarak da zaman içinde “İslâm dünyası” şeklinde muayyen bir coğrafya ortaya çıkmış, bu coğrafyanın kendine has maddî dengeleri, para birimleri ve sermaye döngüleri dünya tarihindeki yerini almıştır.

Râşid Halîfeler Dönemi (632-661) olarak adlandırdığımız yaklaşık 30 yıllık ilk dönemin ardından, İslâm dünyasında altın ve gümüş paralar daha yoğun biçimde tedavüle girmeye başladı. Altın paralar Bizans’tan, gümüş paralar ise Sâsânîler’den (İran) intikal etmişti. Sâsânîler siyasî açıdan zayıflamş olsalar da, kurdukları ekonomik sistem devam ediyordu. Bizans ise Ortadoğu’dan fiilen çekilmekle birlikte, para birimiyle bölgedeydi.

685-705 arasında hüküm süren Emevî halifelerinden Abdülmelik bin Mervân devrinde İslâm dünyasının ilk altın parası basıldı. 691’de Şam’da tedavüle sokulan altın paralar, elbette Bizans İmparatorluğu’nun ekonomik hegemonyasına yönelik direkt bir tehdit hüviyetini taşıyordu. “Dinar” adı verilen bu ilk Arap-İslâm parası, her iki yüzünde taşıdığı Arapça kelime-i tevhid ibareleriyle dünyada yeni bir dönemin başladığını haber veriyordu. Abdülmelik 693’te yeni bir dinarın daha piyasaya sürülmesini emrederek, bu defa Araplığa dair sembollerle süslü paraları tedavüle koydurdu. Bunu 697’deki yeni sürümler takip etti. Bizans ve diğer medeniyetlerin paraları piyasadan kaldırıldı, çoğu Arap dinarı üretimi için eritilerek yeniden kullanıldı. Zaman içinde bu dinarların yarımlık ve çeyreklikleri de darp edildi. Böylece Emevîlerin hâkim olduğu bütün coğrafya, yaklaşık 20 yıllık bir süre içinde ortak altın para birimine geçirilmiş oldu. Aynı süreçte, altının safiyetinin muhafazası ve sahtecilikle mücadele için de çok sıkı kurallar konarak, darphaneler titizlikle takip edildi.

Abbâsîler 750’de Emevîleri ortadan kaldırdıktan sonra, başkenti Şam’dan bugünkü Irak topraklarında yer alan Kûfe şehrine taşıdılar. İlk altın Abbâsî dinarı da Kûfe’de basıldı. Bazı tarihçiler ilk Abbâsî dinarının Şam’daki Emevî darphanelerinde basıldığını da ifade etmektedir. 762’de Halife Mansûr daire biçimli ünlü başkent Bağdat’ı kurduğu zaman, burada görkemli bir darphane de inşa edilmişti. Mansûr’un ekonomik uygulamalara getirdiği bir yenilik de “dirhem” adı verilen gümüş paraların üzerine, basımında görevli bürokratın adının da hakkedilmesiydi.

Hârûn Reşîd’in tahta oturduğu 786 yılından itibaren, Bağdat’takine ilaveten bir darphane de Fustat’a (bugünkü Kahire) inşa edildi. Fustat’ta basılan gümüş paralar, Mısır valilerinin adını taşıyordu. Bağdat’ta ise Halifeler adına altın para basılıyordu. Ekonominin, ticaretin ve kültürün başkenti de zaten o dönemde Bağdat’tı.

Hârûn Reşîd’in oğlu Me’mûn’un 20 yıllık saltanatında (813-833) basılan altın ve gümüş paralar, sanatsal bir görünüm kazanmaya başladı. Oldukça gösterişli Kûfî hatların işlendiği dinar ve dirhemlerin üzerinde ayrıca vezirlerin ve valilerin adları da görülür oldu. Önceki dönemlere oranla daha geniş ve ince olarak basılan altın paralar, her açıdan Abbâsîlerin altın çağını işaret ediyordu.

Abbâsî halifelerinin Şiî Büveyhoğullarının elinde tutsak olduğu 946-1055 arasında, diğer birçok şey gibi altın ve gümüş para basımında da gözle görülür bir gerileme yaşandı. Değerli madenler safiyetini kaybederken, ekonomi hızla bozuldu ve devletin çöküş süreci fiilen başladı. Selçukluların halifeleri tutsaklıktan kurtarmaları da yetmedi, zira tam bu sıralarda Kuzey Afrika’da bir başka Şiî hanedan -Fâtımîler- yükselişe geçmişti. Son Abbâsî halifesi Musta’sim 1258’de Moğollar tarafından Bağdat’ta öldürüldüğü zaman, Abbâsîlerin bir zamanlar bütün piyasayı domine eden o efsanevî dinar ve dirhemlerinin yerinde yeller esiyordu.

Devamı Derin Tarih Mayıs Sayısında…

Benzer konular