Ne zaman Maraş’a gitsem, orada hâlâ yaşamakta inatla direnen ve asla pes etmeyen bir heyecan, bir hamiyetperver yaklaşım, hatta zekâya endeksli bir hassasiyetin halk içerisinde tüttüğünü görürüm.
Bir zamanlar esnaf loncalarının idaresinde neredeyse bağımsız bir örgütlenme manzarası gösteren Çarşı’sında geziniyordum. Bir sandıkçı gördüm. Oymalı ahşap ceviz sandıklar satıyordu. Güzel olmasına güzeldi bu el ürünleri ama gayet sağlamdı, usta işiydi ve en önemlisi de her biri yapanın zekâ pırıltısını taşıyordu. Sultan II. Abdülhamid Han’ın marangozluk dehasından izler görüyordum onda. Açılması için baltayla kırmaktan başka çare olmayan bu gizemli sandıkları değme çelik kasalara meydan okutacak hâle getirmişti Maraşlı ustalar.
Bir defasında da kalaycı ile karşılaştım. Pek gençti ama işini ibadet edercesine aşkla, adeta büyüleyici bir ritmle yapıyordu. Elindeki çaydanlığı harlı ateşte ısıtıyor, sonra üflüyor, yeniden ısıtıyor, arada elindeki çekiçle bir yerlerine vuruyordu. Sonra kirli bir suya batırdı onu, yükselen kalay kokuları arasında eline alıp çaydanlığı bir baba şefkatiyle bezle sildi ve yerine koyup yenisiyle işine devam etti. Uzun uzun baktım: bir dervişin kalbi atıyordu dükkânda.
Çarşıdaki bu karanlık dükkânda ne kadar uzun bir süre geçirdiğimi çok sonraları fark ettim. Kendimi öylesine kaptırmıştım ki, sırlarla dolu bu büyüklü küçüklü sandıkların veya kalaycının cazibesiyle, adeta zamanın dışına taşmıştım. Kim bilir belki orada bir süre daha dolaşsam her dükkândan Evliya Çelebi’ye nazire yapacak kucak dolusu zengin malzemeyle dönebilirdim.
Devamı Derin Tarih Şubat Sayısında…