Yazı hayatına dört İngilizce romanla başlayan Kenyalı Ngugi, üst üste ödüller kazansa da şu uğursuz gerçeği fark etmede gecikmez: Misyonerlerin kurduğu ve beyaz hükümetlerce kontrol altında tutulan yayınevleri, Hıristiyanî değer ve uygulamalara saldırsa bile İngilizce yazılmış metinleri ödüllendiriyordu. “Dil böylece ruhu esir alıyor, manevî boyun eğdirmenin aracı hâline geliyordu.”1 Conrad, Joyce, Faulkner gibi ustaların bilgeliğini kendi halkının anlayış ve değerleriyle harmanlayan Ngugi için roman başlı başına bir dil, romancı ise bir yol göstericiydi. Acı çeken halkına hangi dille yol gösterecekti? Eğitim gördüğü beyaz kolejlerde okutulan İngiliz klasikleri onları “sömürge-öncesi geçmişin karanlıklarından şimdiki zamana, Hristiyanlığın ışığına doğru” bir yolculuğa çıkarmıştı. “Lakin sömürgeciliğe dair memnuniyetsizlik üzerine herhangi bir tartışmaya da asla yer vermiyordu.”2 Sömürgecinin diliyle ancak onun istediği şeyler, onun istediği tarzda öğrenilebiliyordu. Yazdığı bir kitapla (Orientalism, 1978) dünya düşüncesinde yepyeni bir alan açan Edward Said de Kahire’de benzer bir eğitimden geçmişti: “(Cezire Hazırlık Okulu’ndaki) Derslerimiz ve kitaplarımız, dudağımızı uçuklatacak ölçüde İngiliz’di: Çayırlar, kaleler ve kendilerine saygıda kusur etmememiz için sürekli uyarıldığımız John, Alfred ve Canute isimli birtakım krallarla ilgili metinler okuyorduk.” Sonra Victoria Lisesi’ne devam eder Said. Orada ellerine tutuşturulan Okul Elkitabı, başka bir dil konuşanları yerli kategorisine sokmaktadır: Kural I, son derece kesin bir ifadeyle “Okulun resmî dili İngilizcedir. Başka dillerde yakalanan öğrenciler ağır bir biçimde cezalandırılacaktır,” diye buyurmaktadır. Küresel bir dili zorla da olsa öğrenmek faydalı değil mi, diye soracaklara da Said’in cevabı hazırdır: Bu dil ile “İngiliz yaşam tarzını ve edebiyatını, krallık rejimini, Parlamentoyu, Hindistan’ı ve Afrika’yı, ne Mısır’da ne de başka bir yerde kullanabileceğimiz deyimleri, yaşam tarzımızı hiç mi hiç değiştiremeyecek âdetleri öğreniyorduk.