13 Aralık 1997
Bugün Cağaloğlu’nda, tanıdık bir gazeteci üzerinden fotokopisini edindiğim broşür metnini akşam eve dönünce okudum, sonra da siyaseti ve psikolojisi üzerine düşündüm. Harp Akademileri Komutanlığı tarafından, kapak dahil her sayfasının altına ve üstüne büyük harflerle “Hizmete Özel” kaydı ısrarla düşülerek basılmış olmasına rağmen belli ki “hizmet”i genişletmek maksadıyla yahut bazı gazeteciler sivil paşalık kadrosundan “hizmet”e zaten âmade ve dahil oldukları için onlara da dağıtılmış.
Künyesi şöyle broşürün: 10 Kasım 1997 Atatürk’ü Anma Toplantısı, İstanbul, Harp Akademileri Basımevi, Kasım 1997. Kapakta kutu içinde bir künye ilâvesi daha var: Atatürk ve Din-Birinci Kitaba Ek. Kapak sayfalarını çeviriyoruz ve 9 sayfalık bir metnin uzun başlığı bizi karşılıyor: “Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Atatürk ve Din’ Konulu Konferansı (10 Kasım 1997)”. İş daha bir ciddiyet kesbediyor normal olarak, çünkü konuşma ile gündeme taşınan esas konulardan biri Atatürk’ün dine hizmetleri ve Türkçe ibadet meselesi…
Her askerî müdahale sonrası yahut uyarılmış irtica bayraklarının yükseltileceği zamanlarda bir yerlerden Türkçe ibadet seslerinin gelmeye başlamasına ve “hür” basına intikaline alışkın sayılırız.1 Bu tatsız, memleket için kan kaybettirici haberler ve çift taraflı yönlendirmeler üzerinden başka alışkanlıklar da edindik akıp giden zaman içinde; ez cümle bir iki hususu hatırlamak, okumuş yazmışlarımızın memleketimizdeki bir(çok) meseleyi derinliğine bilmek-anlamak ve kavramaktaki yetersizliklerine hayıflanmak, nihayet bir miktar da acı tebessümle karışık kızmak gibi…
Hatırladıklarımdan biri, meşhur Karadenizli fıkrasıdır: Temel hacca gitmiş. Dönüşünde arkadaşları nasıl geçti, ne yaptın, nasıl idare ettin o yabancı memlekette, dilini bilmezsin, âdetlerini bilmezsin… diyecek olmuşlar. Taze ve dinî hissiyatı yüksek hacının rahat cevabı şöyle olmuş: Bu Araplar ezanı Türkçe okuyorlar, namazı Türkçe kıldırıyorlar. Ama sıra konuşmaya gelince bir acayip oluyorlar…
Halk irfanının ezanı ve namazda okunan ayet ve sureleri, duaları “Türkçe” kabul etmesi, öyle bilmesi ve dolayısıyla rahatlıkla “anlaması”,2 Karadenizli de olsa (!) vatandaşın bir meseleyi bilme-anlama bahsinde okumuşlarımızdan (memlekete yabancı kalanlarını vurgulamak için literati mi demeli?) daha fazla kademe gözettiğini, daha revnaklı hamleler yaptığını göstermez mi?
İkinci hatırladığım şey de annemin “Türkçe” duaları, dua-ibadetleri… Onlara temas edeceğim.
Acı tebessümle karışık bir miktar kızdığım şey ise miladın 21. yüzyılına gelmiş dayanmışken, Türkçe ibadet isteyen aydınların, asker-sivil bürokratların, gazeteci makulesinin 1930’lardaki yüksek Cumhuriyet erkânı gibi “başkası”nın, yani halkın, mütedeyyin insanların ibadetiyle bu kadar yakından ilgilenmelerinin sebeb-i hikmeti! Sanırsın ki ibadet Türkçe olursa kendileri posttan kalkmayacak, ezanlar “Tanrı Uludur” diye başlarsa hepsi cemaatle namaz için camilere koşuşacak…