Hint alt kıtasının geçen asırda yetiştirdiği velûd âlimlerden biri olan Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi adlı eserindeki bazı yaklaşımlarında da görüleceği üzere yetişme tarzı bakımından akılcı birisidir. Hukukî çalışma ve incelemelerin kendisine inandırıcı bir şekilde tarif ve ispat edilmeyen her şeyi reddettirdiğini söyledikten sonra Hamidullah, oldukça dikkat çekici bir tespitte bulunur ve der ki: “Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, Hıristiyanların İslâmiyet’i kabulü, onları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sufilerdir. Bu konuda benim de şahsî müşahedelerim olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir izah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillerle dayanan cevap, soranı tatmin etmiyordu. Fakat tasavvufî izah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki, Hülâgû’nün yakıp yıkan istilalarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün de en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç, ne de akıldır; fakat kalp, yani tasavvuftur.”
İslâm’ın daha geniş kitlelere ve nesillere ulaştırılmasında mutasavvıfların başrolde olduğu gerçeği Hint alt kıtası dediğimiz devasa coğrafya için de geçerlidir. Alt kıtadaki tasavvuf mektepleri tarafından yürütülen tebliğ faaliyetleri belli bir plan ve hedef çerçevesinde olması, Hindistan’daki tasavvuf ekolleri arasında dünyevî manada çekişme ve mücadelenin vuku bulmaması Hintli sûfileri bu hususta başarılı kılan nedenler arasındadır. Pakistan kültür tarihi araştırmacısı Muhammed İkrâm, Hint alt kıtasının İslâmlaşma sürecinde tasavvufun rolünü şu sözlerle özetler: “Hindistan’da başlangıçtan beri İslâm’a tasavvufun rengi o kadar işlemiştir ki, 20. asrın başına kadar hiçbir kimse herhangi bir tasavvufî yola girmeksizin İslâm’ın feyz ve bereketinden istifade edilebileceğini düşünememiştir.” Tasavvuf, alt kıtaya öylesine sirayet etmiştir ki etkilerini ve izlerini hemen her yerde görmek mümkün. Bâbürlü İmparatorluğu’nun kurucusu Bâbür Şah’ın Bâbürname adlı eserini açıp okuduğunuzda babası Ömer Mirzâ’yı anlatırken onun tasavvufî hayatına ilişkin şu bilgileri verdiğini görürsünüz: “Hanefî mezhebinden olup temiz itikâdlı bir adamdı. Beş vakit namazını bırakmazdı. Kazaya kalanları da hayatta iken kılmıştır. Çok defa yüksek sesle Kur’an okurdu. Hoca Ubeydullah Hazretleri’nin müridi idi ve sohbetleriyle çok müşerref olmuştu. Hoca Hazretleri de ona ‘Oğlum’ diye hitap ederdi.”
Tasavvufî faaliyetlerin icra edildiği mekânlar olan tekkeler (ki farklı coğrafyalarda zâviye, hankah, tevhidhâne olarak da adlandırılır) tasavvufî hayatın yoğun bir şekilde yaşandığı Hindistan’da da büyük önem atfedilen yerlerdir. Biz de bu yazımızda Hint alt kıtası ile Anadolu coğrafyası arasındaki bağlantıyı sağlayan İstanbul’daki meşhur Hindîler Tekkesi üzerinde durarak genel bir perspektif çizmeye çalışacağız.
Devamı Derin Tarih Ekim Sayısında…